16 Mayıs 2022 Pazartesi

sayılar

 Solgun güneşin aydınlattığı hava iceri gri huzmeler halinde giriyordu. Insanların çoğu için kötü bir günün alameti olarak görülen bu havayı,  pertev, seviyordu. Kimi zamanlar bu havanın yanında yağmuru da severdi, tabi, ıslanmamak ve sıcakta olmak kaydıyla. Sadece, izlemekti onunkisi. Lapa yağan karda ise güller açardı içinde. Bir çocuk gibi olurdu. Mujganin tek bir saniye bile aklından çıkmamasına rağmen, böyle durumlarda coşkulu duygusal değişimler yaşardı. Karın getirdiği mutluluk ve Mujganin armağanı hüzün birbirine karışırdı. Aslında bu bir değişim değil bütünleşme haliydi. Gri gibi, siyahi da beyazida içinde barındırır ama tespit edilemez. Işte buydu onun vaziyeti. Karşılıksız severdi müjgani, "karsilik beklemedim, zaten görmedim de" derdi. Ama durum içeride oyle değildi, deli gibi karşılık beklerdi. Ondan tek istediği kendisini sevmesiydi, buna karşılık ona elinden geldiğince dünyayı sunacağını düşünürdü. Aslinda sadece bu bile, pettev için,mujganin kendisini sevmesine yeterdi. Sahi, neler yapmazdı ki onun  için? onu ısıtan sobanın odunu olmak bile kafiydi kimi zamanlar.

Gün ışımıştı, kuşlar böcekler uçuşmuyor, kargalar haykırıyordu " allahim, gayrimüslim mezarlığında mıyım " diye düşündü. Peşi sıra ister istemez kanı kabardı, yüzü gerildi, kaşları keskinlesti. Devleti savaştaydı. Güney cephesinden gelen haberler burnuna ihanet kokularını taşıyordu. Adeti üzerine bir bardak su içip herhangi bir lokma bişey yedikten sonra cama çıkıp cıgarasını yaktı. Beyni gitgeller içindeydi. Bir yandan müjgan bir yandan vatan kafasını allak bullak ediyor, hüzün bağları boğazını biraz daha sıkıyordu. Kararlıydı, bugün kimsenin kendisine ulaşmasına izin vermeyecek, bahcei saadete, podimaya, müjgan a gidecekti. Aslinda podimayi sevmezdi. Hem kötü bir şöhreti vardı hem uzaktı. Ama Mujhanin bulunduğu her her onun için bahcei saadetti. Mujgan onun için kutsaldı. Hic bir zaman onun hakkinda ahlaksızca ve kötü bir sey düşünememişti,  bilakis bunu düşünmeyi bile düşünmemişti. Mujgan onun için Tanri katından bir hediye, ölüm arkadaşıydı. Belki de bu karara cabuk varmıştı, mantıklı da olmayabilirdi ama kalbi, savaş sırasında kafir görmüş mücahid gibi taarruz ediyordu. Bu aralar Mujhanin kutsiyetini ve onun icin yapıp yapacağı fedakarlıklara değer olup olmadığını sorgulamaya başlamıştı. Çakalın sakinliği et görene kadardır. Pertev için daha beterdi, bırak müjgani görmeyi, sorgusu başlar başlamaz bitiyordu ve derin bir keder kalbini sıkıştırıyordu. Ne haddineydi müjgani sorgulamak? Bu düşüncelerle belirsiz bir tebessüm yayıldı suratına. Korktukları bir bir başına geliyordu. Yillarca aşkı inkar etmiş, aşkın norobiyolojisini araştırmış, sonu olan bir hal olduğunu görmüş, böyle mantıksız bir şey için yıpranma, acı çekme ihtimallerinden hep kaçınmıştı. Gel gör ki, o pençeye yakalanmıştı. Üstelik aşkına karşılık gelmiyordu. Herkeze her şeye tonlarca küfür etti, her saniye içi parçalaniyordu. Ağlayıp rahatlamak istiyordu, o bile olmuyordu. Bu düşüncelerle ufaktan bir kahvaltiyla beraber bir iki bardak çay içmiş, podima yolunu yarılamıştı bile. Bir an hayret etti. Ne ara gelmişti buraya, isinlanmis miydi?

Sonunda varmıştı podimaya. Güneş yavaş yavaş alçalmaya başlamış, turuncuya kayıyordu. Rüzgâr ara ara sert esiyor, usutuyordu pertevi. Hastaydı zaten. Önemsemiyordu ama, başlatma lan hastalığına, müjgan da hasta diyordu.

Hem, onun vatanında, yıllarını geçirdiği, havasını soluyup tasina toprağına bastığı, hayvanlarını sevdiği, hüzünlerini mutluluklarini yaşadığı, ona tanıklık eden bu şanslı memlekette bulunmak kendisine ıyi gelmeyecek miydi? Bunları düşünmeyi bilinçli olarak seçmiyordu, başka şansı yoktu ki garibin. Allah yazmış, allah oynatmıştı. Kaderin böylesine can kurbandı. Intihar haram olmasa, mujganin, yüzünü guldurdugu ilk anda canına bile kiyabilirdi, onun mutluluğuyla ölmek... tebessümle karşılardı azraili.

Hastane de olacaktı müjgan. Pertev, önce hastaneyi,sonra ilgili bölümü buldu. Bankların birinde beklemeye başladı. Kalbî, sanki oraya ait değilmişte çıkmak istiyormuşçasina göğsünü zorluyordu. Tabiatına aykırıydı bu durum. Genelde böyle heyecanlanmaz, duygularını yogun yaşamazdı. Yaşadığını da belli etmez, sezdirmez, kimsenin haberi olmazdı. Ama şu kürt çocuğu tabiatını sarsmıştı. Mevzu o oluncs gönlü hükmediyordu perteve. Söyle derinden bir besmele çekti.

Işte çıkmıştı müjgan, allahim, kalbi çıkacaktı çocuğun, soluğu kesildi. Evet, evet oydu, yürüyordu işte, yüzü asikti. Kendisini gördü, kafasını çevirip yürümeye devam etti. Bir kac saniye sonra pertevin bulunduğu taraftaki çıkışa doğru yürümeye başladı. Metreler kala pertevi farkettiğinde şekli şemali kaymıştı,şok olmuştu. Pertevin içi erimişti bu görüntüye, allahim tam şuan alsam canımı diye düşündü. Öylece kalakaldı. Kendine geldiğinde, müjgan köşeyi dönmüş, babam burada diyordu,evet yüzünde gülümseme vardı. Pertevin dili tutulmuştu. Tek kelime edemeden ayrıldı oradan, dilini açmak için birine geçmiş olsun demek zorunluluğu hissetmişti. Şapşalca bir tebessüm vardı yüzünde. Sadece yüzü değil, gönlünün içi gülüyordu, uçuyordu sanki.
Allahım,bu aşk denen şey neydi böyle, bir yüzü cennet bir yüzü cehennem.


 Hızlıca çıkışın karşısındaki cafeye gitti. Bir çay söyleyip, semavisini bir kez daha gormek için dualar ediyordu. Bu dua kabul oldu, müjgani babasıyla çıkarken bir kez daha gördü. Hem de gülümserken. Öyle çocukça ve içten bir gülüş yakalamıştı ki, bunun yarattığı etkiyi tarif edemezdi. Bir gün olur da birine anlatırsa, sadece, iki damla yaşın aktığından bahsedecekti. Bu öyle derin bir histi ki söylense söz utanır, yazılsa yazı kızarırdı. Zaten insanlar okuyup geçmiyor muydu? Dinleyip, en iyi ihtimalle, sırf yapmış olmak için tavsiye vermeyecekler miydi? E ne gerek vardı o zaman sahteliğe?

Cayın parasını ödeyip garsonla adeta sarmaş dolaş vedalaştıktan sonra hastanede müjgani gördüğü yere gitti. Ne yapacağını bilmiyordu. Niye gelmişti ki buraya? Bilinci kapalıydı yoldayken. Ayakları getirmişti onu buraya. Vücudunu beyni degil de ayakları yönetiyor gibiydi. Gözlerinde ise şeker kokulu hafif bir nem vardı. Mujganin çıktığı odanın dibindeydi. Etrafta az bir hasta kalmıştı. Babasının oturduğu koltuğa baktı. Ulan pezevenk dedi ve sırıttı hafiften. 20 yıl once attığın tohum bugün benim ağacım oldu. Pezevenk kelimesini sevdiklerine kullanırdı. Babası bir istisna olmuştu. Olsundu, ortalık biraz daha sakinleşti. Kendi oturduğu yere gitti. Kalktı, mujganin şok geçirdiği yerde durdu, etrafa baktı, onu gören kimse yoktu. Usulca, önce yeri öptü, sonra alnını sürdü. Buna kendi de inanamıyordu. Onu 19 saniye görmüştü. O 19 saniye, cennette yaşanan bir 19 saniye diye zihnine.

Dönüp dönüp arkasına bakıyordu durağa doğru giderken. Sevincine eşlik eden bir de hüzün vardı şimdi. Ona yakın olmak güzeldi ve birazdan gitmesi gerekiyordu. Kimseye söylemeyecekti yeri öptüğünü, bir allah bir kendisi bilsin yeterdi. Ayni zamanda mujganin da öğrenmesini istiyordu bir şekilde. Bilsindi, hissetsindi kendisinin 5 yıllıklarla, basit öngörüler ve ilk acılarla alakası olmadığını. Evet, neyin ne olacağını kimse bilemez ama yaşanmamışlıklarin pismanligi bir başka olurdu. Insanın peşini ömür boyu asla bırakmazdı.

Aklında bunlar varken vazgeçmişti dönmekten, mujganin mahallesine gidecekti. Bir şekilde bulurdu evlerini. Babasının aracını görmüştü zaten, ee, bir şeyi gerçekten istedi mi de yoktan var etmek kanında vardı. Zaman kaybetmemeliydi daha fazla. Tekrar yola çıktı, o garip mahalleyi buldu. Bütün sokakları tek tek arşınladı. Dolaylı şekilde cezaevine çıkan uzun toprakyol ve kuzey hattını saran bozkırda adımlar attı, hic bir sey düşünemeden takılı kaldı. Düşünemiyordu ama hissediyordu, arkasında müjgan, önünde bozkır. Bozkırın bu boş görüntüsü aldatmamışmiydi bir çok insanı? Daima tehlike barındırır ama bilmeyen veya yaşamayan bunu asla farkedemezdi. Imkan dahilinde olmadığını bilse de Kazak bir atlının çıkıp geleceği fikri, onu hem buradan gitmeye hem burada kalmaya zorluyordu. Bozkır, geceleri bir başka güzeldi. Bir kac dakikalığına müjgani unutturacak kadar. Ama ümitlenmesindi, o, müjgani Bir kac dakikalığına unutturabiliyorsa, müjgan da onu ömür boyu unutturabilirdi. Ki bunun ayak sesleri de gelmeye başlamıştı perteve. Tekrar sokakları fethetmeye başladı. Yafes yol gösterdi, baba aracını buldu, bu evdr baba evi olmalıydı. 3.kata ve yandaki boş araziye baktı. Bu odanın da müjgana ait olduğunu hissetti, öyle bir hiski ispat niteliğinde idi. Odanın camina asılı türk bayrağını gördü. Yaşlı bir ananın hüznü doldu ciğerlerine. Sahibinin öldüğünden bihaber bir köpek gibi masum hissetti kendini. Oğlum pertev dedi, eger şimdi ayrılmazsan buradan, yorgunluktan düşünce veya babası vurunca kendine gelirsin.

5

Sabah erkenden Hurşit emminin kahvesini açtı. Suları ısıtıp çayı demledi. Ilk bardağı kendisi içti. Günün ilk çayından büyük bir keyif alırdı. Sigarası hiç eksik olmamakla beraber kimi zaman bu ekibe bir gazete kimi zaman bir plak eşlik ederdi. Bazen de bu sabah olduğu gibi plak eşliğinde yoldan gelip geçeni izlerdi. Huyu gereği gelen ilk müşteriye içinden sövdü. Zorunlu olursa elinden gelen her işi yapardı ama geleceğine birikim sağlamayan basit hizmet işlerini sevmiyordu. Sövmesi de buradan geliyordu. Hoş, bu da işi değildi zaten.
Ara sıra erken gelip Hurşit emmisinin dükkanını açar, her şeyi hazır hale getirirdi. Konumu, statüsü, yaşı ne olursa olsun bunu yapmaktan hiç erinmezdi. Kendince kardeşlik, torunluk yapardı ona. Bir dediğini iki etmez, her ihtiyacına koşmaya çalışırdı. Yeri başkaydı emmisinin. Ben böyle iyi bir insanı hakedecek ne yaptım dediklerindendi. 12 yıl önce babasından yediği dayaklardan gına gelmişti perteve. Evden kaçmıştı. Gidecek kimsesi yoktu. Akşam ezanına kadar vakit geçireyim, babam oraya gelmez düşüncesiyle  hayaltepeye çıktı. En izole yerine gidip o yüksek yerden manzarayı izlemeye koyuldu. Hemen önü uçurumdu, bu yüzden aşağıya hiç bakamıyordu. Gözlerini tam karşıya kilitlemişti. Ve dalmıştı. Bu dalış, hem ölümüne hem yaşamına sebep olacaktı.
Buralarda çok köpek vardı ve hep saldırırlardı. Her defasında defetmeyi de bilirdi pertev. O yüzden tepeye çıkarken hiç düşünmemişti. Ama bu sefer işler öyle gelişmedi, defolan pertev oldu. Hemen arkasından haykıran gür havlama sesleri, dalmış olmanın meydana getirdiği arttırıcı etkiyle onu dehşete düşürmüş, bir düzine çiviye sertçe oturmuş gibi ileri atılmıştı. Bahtsız bedevinin önündeki tehlikenin daha büyük olduğunu idrak edebilecek zamanı dahi olmamıştı. Pertev, sonraki hayatı dahil hic bir zaman böyle korkmamıştı. Köprüden geçerken aşağı bile bakamazdı o. Hayat, onu tam da kabusunun kucağına atmıştı. Ama, allah, şükür kapılarını hiç bir zaman kapatmaz. Düşüşün ikinci saniyesinde tutunduğu kayada öğrenmişti bunu. Vargücüyle sarılmıştı kayaya. Kaya da ona sarılmıştı. Birbirlerine kavuşan iki sevgili gibi. Tutunmuştu tutunmasına ama, buradan kendi başına çıkmasına imkan yoktu. Rahat olabileceği bir pozisyona geldi. Köpekler hala havliyordu yukarıdan. Yetmemiş miydi zaten bu yaptıkları?
Yardim çağırmak istiyordu ama belki babası duyar diye havanın kararmasını bekleyecekti. Babası, büyük ihtimal, zaten akşam gelir diye eve çekilmiştir diye düşünüyordu. Ama tedbirli olmak istiyordu.
Hava kararınca sesini kademe kademe arttırarak yardim istemeye başladı. Imdat diye bağırıyordu.
Yaz aksamıydı, pek üşümüyordu zaten. Bu biraz moral oluyordu ona. Ama kimse gelmiyordu. Bağırmaya devam ederken sözler veriyordu kendine. Sigaralarını gözünün önünde kırıp yedirecekti babasına büyüyünce. Hatta evden kovacaktı. Hem çok öfkeliydi hem de çok korkuyordu. Sinirleri allak bullak olmuştu. Ağlıyor, bağırıyordu. Tam da bu sırada köpeğini gezintiye çıkaran hurşit akarsu sesleri farketmiş, pertevi bulmuştu. Bekle dedi perteve, ağlama oğlum, hemen kurtaracağım seni buradan diyerek ümit veriyordu. Hursitin yüreği dağlanmıştı, ağlayarak koşuyordu arabasına. Kim bilir kaç saattir oradaydı o cocukcagiz. Kim bilir ne kadar korkmuş, ağlamıştı.
Bagajdan kaptığı halatı aldığı gibi çocuğun yanında bitti. Sakin ol e mi kuzum, geçecek şimdi her şey diyordu. Ikisi de ağlaşıyordu. Halatı perteve sarkıtıp sımsıkı bağlamasını söyledi. Pertev bağlama bilmiyordu, ben sıkıca tutunurum abi dedi. Elmecbur kabul etti hurşit. Dualar eşliğinde, hüngür hüngür halatı çekmeye başladı. Her saniye canından can gidiyordu sanki.
Pertev düze çıkar çıkmaz öyle bir sarıldılar ki adeta bir bütün olmuşlardı. Maddenin ötesinde manevî bir bütünlüktü bu. Bıraksa tekrar düşecekmişçesine sarılıyordu çocuğa hurşit. Yavrum, kuzum diyor, sel gibi  gözyaşları dökülüyordu gözlerinden. Pertev, öyle bir sahiplenme ve merhamet görmüştü ki, dilinden "baba" döküldü.


6

Baba dedigin böyle olmalıydı işte, ömrü boyunca evladına çelikten kalkan olacağını hissettirmeli, ağzından çıkan her sözde güven vermeliydi. Oysaki Hurşit emmisi ne babasıydı ne de babaydı. Demek ki bu özellikler insana baba olunca otomatik olarak yerleşmiyordu. Karakter meselesiydi. Daha o yaşta idrak etmek zorunda kaldı bunu. Böyle bir baba olmayacaksam hiç baba olmayayım daha iyi diyordu. Yediği dayaklardan çok, düşürüldüğü duygusal boşluk canını yakıyordu. Şunu kolayca söyleyebilmek için bir insanın çok yıpranması, sancılar geçirmesi gerekiyordu: Varsın olsun, bir musibet ona Hurşit emmiyi kazandırmıştı. Olaya ıyi yönünden bakan insanların bir çoğu da aslında buna zorunlu kalmıştır. Uzun bir süre buna gayret edip binbir zorlukla bunu icsellestirebilenler de çoktur. Insanın bazen başka çaresi kalmaz. Binbir kahrin sonu, gene tehlikelerin olabileceği lakin ışıklı bir yoldur kimi insan için. Bu insanlar mı şanslıdır yaralarına rağmen, yoksa dertsiz bir hayat sürenler mi? Doğanın, zayıf olanı yediği hakikatiyle bakarsak; acılarını kalkana dönüştürebilen insandır, şanslı olan, diyebiliriz. Eğer başarılı olursa, bu şans tamamen bileğinin hakkı, zehrin sunduğu panzehirdir.

7

Daha sonra, çocuğu güçlükle eve götürmeyi ikna etmişti Hurşit. Pertev hiç mi hiç istemiyordu gitmek, gecesinde gerisingeri dönmek için mi kaçmıştı evden? Hurşite de çok direnmemişti, kabul etmişti eve gitmeyi. Bu sonucu kolaylaştıran en önemli etken ise annesinin perişan olmaması isteğiydi. Pertevin ciğeri bir yandıysa anasının on yanmıştır. Ve anasının üzüldüğü düşüncesi bile tarifsiz bir acı veriyordu. Babası ise zaten çok umursamıyordu. Onun yaşındayken ben de evden kaçmıştım, bir şey olmaz ona diye teselli veriyordu eşine. Aslında o da içten içe kalbine bir hançerin saplandığını hissediyordu. Biraz sonra gelecek olan Hurşit, çocuğu nereden çekip aldığını söyleseydi belki o bıçak daha derine bile saplanabilirdi. Ama bilmedi ve bilmeyecekti. Komik bir şekilde netti bu konuda Pertev.

Sonunda çocuğu bırakmıştı Hurşit. Acı-tatlı çaylar içildi. Babaya el altından sopa gösterildi. Normalde kimseye söylettirmeyeceği sözleri, içinde bulunduğu durum dolayısıyla alttan bile almıştı babası. Değişimin, elle tutulamaz ve sayısız bir çok işareti vardır, bu da onlardan biriydi Pertev için.


Işte böyle tanışmıştı Hurşit emmisiyle ve yillarca bir çok konuda sayısız yardim görmüştü ondan. Sayesinde, nice belalardan kurtulmuş, nice dersler almıştı. Bu yüzden, ne yapda azdı onun için.



Emmi dükkana girince eline sarılmış, ---kurtulamayacakmıyız be senden deli oğlan - ironisiyle karşılık bulmuştu. Ayrıca, emmi el öptürmezdi. Pertev de her defasında öpmeye yeltenir, emmi de her defasında geri çekerdi. Bu, aralarında yılların seremonisi olmuştu. Prusya ekolü minvalinde bir disiplinle hiç şaşmazdı bu.
Pertev, emmisinin çayını kahvaltısını önüne koyduktan sonra müsaade ile ayrıldı oradan.



Hurşit, bu çocukta bir haller olduğunu seziyordu. Onun ruhunu iyi okumuştu bu zamana kadar. Güveni zaten tamdı ona. Kimseye yanlış bir şey yapmazdı, çünkü kendince ister istemez bazı şeylere tanık olmuştu. Dua etti, inşallah yavruma da kötü bir şey yapmazlar.

Her ne kadar Pertevin gözlerinde, uçurumdan sonra bile "eve gitmeyecegim" diyen direncin bakışları egemen olsa da, annesini düşündüğünde gözlerine yerleşen hüzün ve bağlılığın bakışları karşısına çok sık çıkıyordu bu aralar. Pertevin tutkusunu bilirdi o, kendi mezarını kazsa görmez.

8

Daha doğrusu görse bile en ufak bir umut kırıntısı için yolun sonuna kadar giderdi. Dahası da vardı, emmi nereden bilsin çocuğu Müjgana itenin sadece karakter meselesi olmadığını, ki sadece böyle olsa bile bu küçümsenecek bir durum muydu ki? Sadece bu bile bütün gönülleri birleştirilebilecek bir güce sahipti. Kaldı ki Pertev'in hissettiği İlahi bir emirdi sanki. Tanrı, yürü kulum diyordu. Ne olursa olsun sen yürümeye devam et. Senin yürümen seni her gün daha da temiz kılacak. Senin ona yürümen, seni her gün bana daha çok yaklaştıracak. Ne kadar zorlansan da ben sizin genç yaşta dünyanızı kurtaracağım, dünyanızın kurtulması, ahiretinizi de kurtaracak. Allah, Pertev'e adeta bunları fısıldıyordu. Şimdi, Emmisi Pertev'i çok iyi tanısa da karşı koyamayacağı bir gücün onu yönlendirdiğini nasıl bilsindi? Onun tek derdi, yavrucağı üzülmesindi. Gülüşleri sahte olmasın, gerçekten gülsündü.

İki yandan ağaçlarla çevrili, ufak şirin dükkanların olduğu yürüyüş yolunda yürürken Pertev'in aklında yine Müjgan vardı. Gerçekten bir saniye bile çıkmıyordu. Şu an için Müjganın ne hissettiğini tam olarak bilemiyordu ama kendisi onu gerçekten her saniye düşünüyordu. Bunu durdurmayı çok denemişti ama başaramamıştı. Tatlı yenilgiler diyordu aklında bunlara. Ansızın, kafama bir elma düşse de hafızamı yitirsem diye geçirdi aklından. Newton'a yer çekimini farkettiren elmadan, o, hafızasını sildirmesini istiyordu. Aynı eylemin farklı sonuçlanması olmayacak şey de değildi zaten. Ama böyle olmazdı, hafızası yitse ne olacaktı, başka acıları, başka dertleri olmayacak mıydı sanki? O yüzden güçlü olup, karşısına çıkanlarla mücadele etmeli, sonuçlarına katlanmalıydı. Mücadelesiz hayat esirlikti ona göre. Hem emin değil miydi o Müjgandan? Ne kadar sürse de olacak demiyor muydu? Gün gelecek o bana benim ona güvendiğimden daha çok güvenecek demiyor muydu? Bunlara paralel olmayan her hangi bir şey düşündüğü için kendini cezalandırmaya karar verdi. Ama bu kadar çocukça bir karar olmaması için de, üç saniye içinde şu beş metre ileride, solda ki çınar ağacının dibindeki bankta olamazsam kendime üç tokat atacağım dedi. Tokat yememek için, düğünde, salonu bulamayan akrabayı almaya giden düğün sahibi gibi hızlı adımlarla banka yetişti. Aslında bu ufak oyunu da çocukçaydı. Kaldı ki çocuk olmak da kötü bir şey değildi. İnsanlar büyüyünce kötü olurdu. Çocuk yanı ölen insan ne şanssız, ne felaketlere yol açabilecek bir insandı. Ne kendini mutlu edebilir ne başkasını mutlu edebilir böyle insanlar. O yüzden, yüzüne yansımayan bir tebessüm dalgası yayıldı içinde.

9

Günün nasıl bittiğini anımsayamamıştı. Zaman kah zulum kah normal şekilde geçmişti ama son zamanlarda gayet sıradan olan bu durum bugün garibine gidiyordu. Eve gidiyordu ve gittiği yol farklı bir yoldu. Buraya nasıl gelmişti, onu da hatırlamıyordu. Gece geç olmalıydı, kimsecikler yoktu etrafta, büyük ihtimal saat gece yarısını geçmişti çünkü hiç açık esnaf da yoktu etraflarda. Yürüyordu ama adımlarını attığını hissetmiyordu. Acı bir huzur vardı sanki benliğinde. Havadan dolayıydı galiba bu. Çok hafif çiseleyen, ıslatmayan ama değdiği noktayı okşayıp ferahlatan, rüzgarın emrinde varla yok arası bir yağmur vardı. Rüzgar ise vücuda değen yerleri üşütmeyip, sadece keskin bir soğuğun varlığını hissettiren cinstendi. Bir an etrafın ayrımına vardıktan sonra kendini tekrar düşüncelerinin kucağına bıraktı. Evet, Müjgandı gene zihnini bile esir alan. Çok zorlanıyordu, var olan durum onu çok zorluyordu. İnancın kudreti, sürecin zorlanmadan geçireleceği anlamına gelmiyordu. Müjganın kendisini izlediğini, gördüğünü hissederdi bazen, şu an olduğu gibi. İlahi bir bakış açısı gibi, sanki, hem Pertev'in gözünün gördüklerini hem dışarıdan Pertev'i gördüğünü hem de an be an Pertev'in hislerini gördüğünü hissederdi. Hissettiklerimi görüyor diye geçirirdi aklından. Böyle zamanlarda ondan bir cevap beklentisine girerdi. Ama ne büyük bir imkansızlık beklediğinin hemen farkına varırdı. Kız, ta boğazın karşı yakasında oturuyordu. Aracı mı vardı, gönderebilecek güvercini mi? Mektup gönderebileceği adres bilgisi mi? Ta buraya gelip onu mu arasındı, velev ki geldi diyelim, onun çektiği o kilometrelerce yollar Pertev'in boğazına oturmayacak mıydı? Tabi bu, yaşayacağı mutluluğun yanında çerez tadında kalacaktı. Ayrıca, kaldı ki, bunları niye yapsındı? Belki, sabır ve emeğinin boyutlarını sınıyordu. Böyle bir sınav için Pertev, Çini yağmalamak için baharı bekleyen Moğol süvarisi gibi istekliydi. Belirsizliğin sebebinin, onun kesinkes emin olma sürecinden başka bir şey olmasını asla ama asla istemezdi.

10

Başka bir şey olmasını istemezdi, daha önce aklında böyle bir olasılık kuvvet bulduğu zaman gereken cevabı almıştı Müjgandan. O yüzden, başka bir sebep varsa en azından bilgilendireleceğini biliyordu. Öyle söylemişti çünkü Müjgan, hiç bir şey göremese bile, hatta bilemese bile, Pertev o sarsıldığı günden itibaren inanıyordu ona. İnancın bir çok boyutu olurdu. Bu da o boyutlardan biriydi. Hem de en tehlikelilerinden biriydi. Başka bir insana duyulan inanç, felaketlere yol açabilirdi. Çünkü tamamen onun tasarrufundaydı. Tamamen ona bağlı. Ama insan, hayatı boyunca kimseye inanmadan yaşarsa yaşamış da sayılmazdı. İnancın açtırabileceği çiçekleri koklamadan ölen insan, dünyadaki asli görevlerinden birini yapmamış sayılırdı. Bu yüzden doğru insana duyulan inanç çok önemliydi. Doğru insana inanırsan, sana bereketi yaşatır. Yanlış insana inanırsan, gün gelir elbet kıtlığı yaşarsın.
Düşünceleri bir bir değişiyordu Pertev'in. Zihni onu bir oraya bir buraya sürüklüyordu. Sanki iki iri yarı adam onu birbirlerine fırlatıyordu sürekli. Ve bundan eğleniyorlardı. Pertev'e düşen ise yaşlı gözlerle bu işkencenin son bulmasını beklemekti. İki iri yarı adamın aslında kendi olduğunu bilse, acaba güler miydi haline?

Önüne çıkan hemen hemen aynı yaşlarda olduğunu anladığı bir kızla çarpışınca, ufakça şaşkınlık dalgası geçirdi. Çarpışmak üzereydiler. Beline kadar uzanmak üzere olan, kıvırcık, siyah saçlı bir kızdı bu. Gözlerinde bir ezilmişliğin izleri vardı. Kaşlarının yukarı doğru olan sivriliği ona vahşi bir hava katıyordu. Aynı durum çenesi için de geçerliydi. Ufacık bir burnu vardı. Pertev, anında tanımıştı bu kızı. Makbule idi bu. Geçmişte kız arkadaşıydı. İyi de anlaşırlardı. Pertev'in hiç canını sıkmayan bir kızdı Makbule, ilişkileri boyunca. Gözü Pertev'den başkasını görmez, olabileceği her yerde yolunu gözlerdi. Pertev bunu, gözünün kendisinden başkasını görmediğine yormuştu. Çevreden herhangi bir duyum da gelmemişti. Gelen bir iki habere de, güvencinden ötürü itibar etmemiş. Haberi verenlerin dahi kalbini kırmıştı. Nereden bilsindi, doğruyu söylediklerini. Meğerse, Makbule'nin yolları gözlemesinin sebebi, gözlerinin bir an önce Pertev'e kavuşması değil de, Pertev'e yakalanmamasıymış. Allah bir şekilde işleri rayına oturtuyor, bu sefer de öyle olmuş, yaşanması gerekeni yaşatmıştı. Pertev, Makbuleyi, ilçeler ötesinde, rastgele görmüştü. O civarlarda işleri vardı ve hesapta hiç olmayan bir şeye tanık olmuştu. Makbule birisiyle el eleydi, şimdi de öpüşmeye başlamışlardı. Önce gözlerine inanamadı, kapayıp bir daha açtı, görüntü aynı görüntüydü. Kendini tokatladı, görüntü aynıydı. O şok birden acıya dönüşmüş, acı da sinire dönüşmüştü. Bir tandığına ait olup başka bir hatırlı tanıdığına teslim etmek üzere aldığı, koleksiyon amaçlı ama faal halde olan bir tabanca vardı üstünde. Hemen yanında ki çöpe atıp, Makbulenin olduğu parka hızlıca yürüdü. Yanlarına varana kadar ikisi de durumun farkında bile değillerdi. Diplerinde bitince bu da kim diye Pertev'e baktıklarında Makbule bayılmış, çocuk ise hemen bankın diğer tarafına atlamış, güvenli olacağı bir mesafeye çekilip, yerinde mıhlanmış olan Pertev'in tepkilerine bakıyordu. Pertev, öylesine derin bir sinir hissediyordu ki, adeta Makbule'nin kafasını koparmak, leşine bile işkence etmek istiyordu. Kızı tam döverek ayıltmaya girişecekti ki, Hurşit emmi belirdi gözlerinde. Şiddet hayattaki ezici çoğunluktaki olaya çözüm getirmediği gibi, bu konulara da çözüm getirmeyecek demişti zamanında. Şimdi de hayali aynı şeyi söylüyordu. Pertev, kendi çenesine bir yumruk atarak kendine anlık bir sakinleştirici uyguladıktan peşisıra kıza, normal düzeyde ama nefret dolu bir sesle "ikiyüzlü kaltak" dedi. Bunu duymamıştı kız, duysa da bu ona yetermiydi, yetse bile Pertev'in eline ne geçecekti? Varsın bu ona yetmesindi. Önemli olan Pertev'in ne hissettiğiydi artık onun için. Bir başkasını düşünmekten vazgeçtiği anlardan birisi olmuştu bu onun için.

Çocuk ise yavaş yavaş geriye adımlar atıyordu. Pertev, çocuğun üzerine doğru ilk adımını atar atmaz, çocuk yerinden ok gibi fırlamış, koşmaya başlamıştı. Hemen arkasında ki, çok ta derin olmayan dereyi, farkedememişti. Farketse bile, Pertev'in yıllar önce yaşadığı durumla aynı değildi onunkisi. Arkasındaki tehlike daha büyüktü. Çocuk dereye düşmüş, Pertev, kısa korkulukların dibinden çocuğa bakıyordu. "daha sevgilini savunamıyorsun, korkak orospu çocuğu" diyerek tiksintisini vurmuştu yüzüne. Daha sonrası hiç umrunda olmayarak çöpten emanetini alıp yoluna bakmıştı.


İşte uzun zaman sonra Makbule ile gecenin köründe yalnız başına karşılaşmıştı. Makbule de onu tanır tanımaz, Pertev'in asla ummayacağı bir şekilde, göğsüne sarıldı. Boğazından hıçkırıklar, gözlerinden yaş geliyordu. Pertev, kızı itip "Anne timsah aç kalınca yavrusunu yer de, sonra ağlar" dedi ve ekledi "Eğer şu an bana rahatsızlık vermeye devam edersen, sana, yapmadığımı yaparım."

Bu karşılaşma içten içe sinirlendirmişti Pertev'i. Sakinleşmek için hızlıca eve doğru gidip, sokağın emektar sakini Çakır isimli köpeği sevmeye başladı. Peşinden Tarçın'da eklendi bu kervana.

11

Kapısının yumruklanmasıyla fırladı yataktan Pertev. Mutfaktan ekmek bıçağını kapıp, aniden açtı kapıyı. En azından bir şaşkınlık da karşıdaki geçirsindi. Geçirdi de. Lakin aklına gelen başına gelmemiş, arkadaşı Selimi bulmuştu karşısında. Hiç de hoş bulmamıştı işin aslı. Gözleri kan çanağı, saçı başı darmadağın olmuştu. Az sonra Mahşerin atlısı gibi çökecek bir haber verecekti Pertev'e. Hurşit Emmi ölmüştü. Kalp krizi geçirmiş, olduğu yere yığılmış, sarı bıyıkları yerle buluşmuştu.
Selim, nasıl söyleyeceğini bilemiyor, ağlamamak için kendini zor tutuyordu, sadece Emmi diyebilecek cesareti vardı, öyle de yaptı. Pertev, kalbinin yarıldığını hissetti. Tarifsiz bir sızı duyumsadı orada. Gözleri karardı, ayakkabılığa zorlukla tutunarak dik durabildi. Kendini yasladı ayakkabılığa, tüm kuvveti çekilmişti adeta. Elindeki bıçak düşmüş, sağ ayağına saplanmıştı. Onun bile farkında değildi. Selimin toparlamasıyla Morga gittiler. Çok zor bir kaç gün geçirdi Pertev. Uyutmak zorunda kaldılar. Ne birini dinliyor, ne tedavi oluyordu. Bunun için uyutmak zorunda kalmışlardı. Kendinde olduğu sürece hiç ayrılmamıştı Emminin cansız bedeninin dibinden. Tabutun başında bulunmuş, Cenaze namazını bile o kıldırmıştı. Toprağa o bırakmış, tahtaları o koymuştu. İlk toprağı, son toprağı o atmıştı. Su dökmüş, gül koymuştu. Muazzam bir kalabalık vardı cenazede, emminin elinin değdiği çok insan vardı. Taziye dilekleri uzun sürmüştü, üzüntüsüne rağmen herkesin bir an önce gitmesini istiyordu. Herkes gidince yakın bir kaç kişi kalmıştı, artık bağıra çağıra da onları göndermişti Pertev. Ağlamamak için zor tutmuştu kendini, şimdi ise kimsenin olmasını istemiyordu orada. Emmisiyle yalnız kalınca, saatlerce kah kesik kesik kah hüngür hüngür kah hıçkıra hıçkıra ağladı. Gece yarısına kadar oturdu orada. Arkadaşları zorla götürmeseydi belki sabaha kadar oturacaktı. Ölüsü bile olsa yakındı emmisine çünkü. Toprağın altındaydı sadece. Metreler vardı aralarında. Yüreğinin parçalanmasını bu dindiriyordu bir nebze. Sadece, emmisi ile yalnız kalmak istiyordu, rahat bırakılmak istiyordu. Ama ne gücü ne takati vardı arkadaşlarına direnebilecek. Evine götürdü arkadaşları Pertevi. Hiç bir söylenene cevap vermiyor, kimseye bakmıyordu. Gözlerini karşısına kilitlemişti, küçüklüğünde yaptığı gibi. Duvar bomboştu ama emmisini görüyordu orada. Arkadaşları da Pertev'in bu haline perişan oluyorlardı. Hiç iyi değildi durumu. Bir şekilde uyutmaları gerekiyordu çocuğu. İki kişi, zar zor, güreşe tepine bayılttılar Pertev'i.

Aslında, her ne kadar arkadaş da olsalar, hadlerine değildi bunu yapmak. Kendisine böyle bir baskı uygulanmasını hiç sevmezdi Pertev. Üstelik bu sefer cehenneme düşen bir kuzuydu da. Gözünü kapar, kime ne yaptığını bilmezdi. İyi ki, gücü yoktu. İyi ki, daha sonra arkadaşlarının bu hareketini mazur görebileceği bir empati yeteneği kazandırmıştı ona Emmi. Varlığına şükür derdi emmisine, kime diyecekti artık bunu? Bu kadar büyük bir güvenin nağmeye bürünmüş halini kime söyleyebilecekti? Güven, hayat pınarlarından birisiydi onun için. Bu pınar, eksik mi kalacaktı artık? Böğürtlenim dediği Müjgan'a diyebilir miydi acaba Varlığına şükür? Derdi büyük ihtimalle. Hatta ihtimali yoktu bunun, kesindi. Lakin Müjgan dermiydi ona, Varlığına şükür? Şu zamanlarda Müjgan yanında olsa ne iyi olurdu. Emindi, emmisinin yüzü gülerdi yukarıdan buna. Yüzü ne demekti hatta, gözlerinin içi gülerdi. Yeğeninin gülmesine, gözleri gülerdi onun.
 Ölüler güler miydi hiç? Kimse görmedi diye, ölüler gülmez midir?

12

Güneşin bulutlarla hakimiyet kavgası içinde olduğu bir gündü. Emmi, daha yıllar öncesinde mal varlığını Pertev'e bırakmış, ölüsünün bile hayrını göstermişti. Pertev, bir hafta boyunca kahvedeki hiç bir şeyden ücret almamıştı. Sabah girip akşam çıkıyordu dükkandan. Geceleri de alkole vermişti kendini. Uyuyamıyordu yoksa. Evden dükkana gitmek niyetiyle çıkabiliyordu sadece. Başka bir yere gidemiyordu. Müjgan da hep aklındaydı. Belki Podimaya gitmek, sadece orada bulunmak bile bana iyi gelebilir diye düşünmüştü ama o da olmamıştı. Gidememişti. Tek gidebileceği yer dükkan ve vodka çiftliğiydi. Bir kaç tanıdığı durumunu gözlüyordu ama kimse bir şey diyemiyordu. Asabileşmişti son günlerde. Doluydu çünkü. Bir çok duygu mevcuttu benliğinde ama sonuna kadar yaşadığı bir tek üzüntü vardı bu sıralar. Üzüntü, onda sinir meydana getirmişti. Aksi olduğu zamanlarda kimsenin kalbini kırmamak için bir köşeye çekilmeye başlamıştı. Bu sağduyuyu da emmisi kazandırmıştı ona. Ufakça bir oda yaptırmıştı kahveye. Emminin oturduğu masa ve sandalyeleri, küllüğünü, bardağını, en sevdiği tabloyu, duvar halısını, her bir şeyini oraya sanki bir gün çıkıp gelecekmişçesine hazırlayıp yerleştirmişti. Takıntı edinmiş, neredeyse on dakikada bir emmi ordaymış gibi kapıyı açıp içeri bakıyordu. Ciğeri yanıyordu her defasında. Nefesi kesiliyordu. Bazen Allah'a bile küfürler edecek, isyan edecek seviyeye geliyor, hemen tövbe ediyordu. Kabullenemiyordu yokluğunu. Kabullenemezdi o, fıtratına tersti. Sevdiği birinden vazgeçemezdi. Gözü görmez, kulağı duymaz, dili konuşmaz ama vazgeçemezdi.

13

İnsanların kaygılı bakışları arasında saatlerce gözleri açık ama kör bir şekilde oturuyordu Pertev. Normalde şen kahkahaların cirit attığı bu kahvede günlerdir asil kara bulutlar egemendi. Pertev'in ruh hali uğurlayabilirdi sadece o bulutları. Akşam ezanıyla irkildi. Günlerdir hiç bir ezanı işitmemiş, algılamamıştı. Çobansız ve köpeksiz bir koyun sürüsü görmüş aç kurdun sürüye dalma güdüsü elinde olmadığı gibi Pertev'de camiye gitmek için elinde olmayan bir istek duyuyordu. Her adımında, içinde, huzurdan yapılma dumanlar yükseliyordu sanki. Ateşi olmayan bir duman.

Alman çeşmesi şeklinde ki şadırvana oturdu abdest için. Su buz gibiydi ama tenine değen her bir su damlası cennetten bir esenlik getiriyordu sanki.  Hem bu yüzden, hem cemaatin dağılmasını beklemek için yavaştan alıyordu abdesti, tir tir titrediğinin ise farkında değildi. Cemaatin çıkmasıyla girdi camiye. Alçak kubbeli mütevazi bir camiydi. Duvarların alt yarısı kahverengine kayan açık kestane rengi ahşap kaplamayla kaplıydı, duvarı boydan boya tek raf halinde dolaşan rafa koyulan gücünü yitirmiş mumlar loş bir hava katıyordu ortama. Yerden, hamam tipi ısıtma şekliyle ısıtılıyordu camii. Mihrap da ise altın renginde Allah yazısı hemen dikkat çekiyordu. İnsan bir kez görse, bir daha unutmak istemezdi burayı. Mumun pek aydınlatmadığı bir köşede kapadı gözünü, durdu namaza Pertev. Çok etkilendiği bir andı bu. İlk bir kaç dakika dua bile edemedi, öylece bekledi. Sadece acı hissediyordu. Sonra yavaşça secdeye kapandı. Utanıyordu Allah'tan. Eziliyordu karşısında. Kesik kesikte olsa başlayabildi dua etmeye. Rabdan aflar, özürler diledi. Emmisinin, anasının babasının ruhuna dualar etti. Katında, acı çekmesinlerdi. Böğürtlene de dualar etti."Emmim en azından senin yanında, böğürtlenim kimin yanında, sen niyetleri, içleri bilensin, ihtiyacım kadarını bana göster, beni de benden iyi bilirsin. Eğer değilsem, sana layık bir kul nasip et beni. Bundan yüce değişim yoktur."

Ne kadar zaman geçtiğini bilmiyordu ama huşu yağmurlarının yağdığı bir namaz kılmıştı. Arkasına dönünce İmam Sadığın duygulu gözleriyle karşılaştı. Tam ağzını açıyordu ki, İmam, eliyle sus yaptı ve sarıldı sımsıkı Pertev'e, saçlarını okşamış, konuşmasına izin vermeden haydi git demişti. Tanırdı Pertev'i, gülünü de dikenini de bilirdi. Hafiflemişti sanki Pertev, adı batsındı alkolün. Uyuşturmaktan başka ne işe yarardı? Asıl çözüm, Allaha sığınarak hareket eden dinç kafadaydı.

14

Ve çok güzel bir sürprizden habersiz bir şekilde camiden dışarı ilk adımlarını atarken başı yerde, yüzü hafif bir tebessüm içindeydi. Karşısında siyahlar içinde birisi vardı. Siyahlara bürünmesine karşın ışık saçıyordu sanki. Pertev'de ki yansıması buydu. Müjgandı o akla kara. Pertev gözlerine inanamıyordu. Aman yarabbim sen nelere kadirsin deyip, şükürler, içinde derya olmuştu. Cennetteydi sanki, onu görmek, hele bu kadar hoşuna giden bir cami avlusunda görmek, hele yaslar içinde yüzerken görmek, hele hiç beklemediği bir anda görmek Pertev'i bir cennetten alıp başka bir cennete sokmuştu. Yavaş adımlarla yanına ulaştı. Her şeye rağmen bulundukları huzur ve edep gereği mesafeliydiler. Faytonla gelmişti buraya Müjgan, arabayı işaret etti. Araba görünümlü saadet kayığına bindiler. Müjgan'ın gözlerinde dizginleyemediği yaşların izleri, dudaklarında son bulan hasretliğin muştusu vardı. Konuşacak, söz söyleyecek dermanı yoktu. Sarılabildi sadece. Yalnız bunun bile Pertev için büyük bir nimet olduğunu hissederdi. İçi de rahattı bu yüzden. Pertev muazzam bir saadet içindeydi. Böyle büyük HUZURların yalnız rüyalarda veya masallarda olacağını düşünmüştü, mutluluğu kadar şaşkındı da. Hiç bozulmasın istiyordu bu durum. O an dua etmese bile, bu bahtiyarlık ortamı aslında Şimşeklerin sahibine bir ibadetti. Yaratıcıyı unutmadan gülebilmek, manevi her kapıyı açardı. Yeter ki niyetler temiz olsun.

Pertev'in evine giderken, biraz yürümek için erken indiler. Müjgan zaten yağmuru severdi. Pertev için ise bu akşamki yağmur bir başkaydı. Sanki tenine değen her damla Allah'tan bir selam idi. Hissedebildiği kadar hissetmek istiyordu o yüzden. Keşfedebildiği kadar keşfetmek. Olabileceği kadar sarhoş olmak.

Evin halini unutmuştu ama Pertev. Her yer dağınıktı, uzunca bir süredir ne temizleniyor ne toplanıyordu. Sağda solda çoraplar, kıyafetler, bir kaç boş şişe, her yer sigara külü ve izmarit. Eve girince Müjgan gibi Pertev de şaşırdı, ama o bunu nasıl unuttuğuna şaşıyordu. Utanmıştı biraz. Böyle ihmalkarlık etmezdi normalde. Gözleri içeriyi iyice süzdükten sonra Müjgana ulaştığında, Müjgan'da -e ben ne güne duruyorum- anlamında bir bakış vardı. Ee doğru ya, bu gün değilse yarın olmayacak mıydı böyle bir durum? Beraber o gece güzelce bir temizlik yaptılar. Müjgan'ın, sen gündeliğe git tarzı esprileriyle geçen bol kahkahalı bir temizlik sürecinin ardından, sokağı genişçe gören, iki yanından ağaç dallarının baş verdiği, evin cumba kısmında koyu birer kahve içtiler. Şu içtikleri bir fincanın kırk yıl hatrı olmasını şu an Pertev'den fazla isteyen yoktu. Müjganın varlığıyla saadet gülleri açmıştı evde. Oturduğu her yer, elinin, ayağının değdiği her yer, bezi kaç saniyede sıktığı, kahveden bir yudumu kaç saniyede içtiği ve kaç yudumda bitirdiği, hemen hemen bir çok detay istemsiz bir şekilde beynine kazınıyordu. Bunlara sebep olan duygunun yansıması kimi zaman çılgınlık kimi zaman teslimiyettir. Eğer bir gün bir yazar çıkıp da “Kara sevda?” “Evet! Dedim.” “İşte insana o çılgınlıkları yaptıran o duygunun adı budur.” veya

"Kara sevda, gözleri bağlı olarak bir uçurumun kıyısında yürümek değil miydi? Birine sevdalanmak, donmuş bir gölde, nerede ve ne zaman kırılacağını bilmene imkân olmayan ince buzlar üzerinde yürümek anlamına gelmiyor muydu?"

 derse haklı sayılmaz mıdır? Güneşi, Müjganın gözlerinde bulurken aklından aynı anda bu düşünceler geçiyordu. Müjgan da buraya nasıl gelebildiğini anlatmaya koyulmuştu o sırada. Müjganların evi dedesinden miras kalmıştı ve uzun yıllar orada oturuyorlardı. İstanbul da ki tek mirasın Müjganın babasına verilmesine herkes razı olmuştu, çünkü herkes köyde memnundu. Müjganın babası da İstanbul da ki taşınmaz mirası değerlendirerek daha sonra bu evi yapmıştı. Burada, hatta Pertevlere yakın bir yerde de halası oturuyordu, geri kalan akrabalar hep Şark vilayetlerinde yaşarlardı. Bundan bir hafta önce en büyük amcası paraya ihtiyacı olduğunu söyleyerek Müjganlara gelmiş, bu amca da kumarbaz ve har vurup harman savuran birisiymiş. Babası vermek istememiş, köye geri göndermeye çalışmış ama gönderememişti. Amca bunun üzerinde daha da hadsizleşerek bu mirasın hepsinin hakkı olduğunu, artık payını istediğini söylemişti, Peder de çok sıkışık olduğu için onun payını bile veremeyeceğini söylemiş, hiç hoş karşılık bulmamıştı. Amca, parayı ödeyemezsen evi sat öyle ver diyordu, resmen dağdan gelip bağdakini kovuyordu. Bir çözüm için diğer kardeşlerin köyden gelmelerini haber etmişlerdi, Müjgan da bu sırada tüm bu tantanadan bunaldığını söylerek amca kızıyla beraber halasına gelmek istemiş, izin de almışlardı. Allahtan, halası da anlayışlı bir kadınmışta buraya gelmesine göz yummuş. E, Müjgana da güveniyormuş zaten. Ellerinden öpmüş, yanaklarını kızartmış öpmekten halasının. Pertev' de sen mi ben mi diye geçirdi içinden, halana bile kurban olurum. Derdini, tasasını anlatması Pertev için önemliydi. Sonuçta onun dertlerine kendi derdi gibi bakıyordu. Bir şekilde amcasına ulaşıp ne lazımsa vermeyi düşünüyordu. Kendisinin bu isteğini söylemediği zaman ona gönül koyacak bir kaç büyüğü vardı zaten. Evet evet, yapmalıydı bunu. Hiç bir şey söylemeden özür dileyip gitsindi amcası. Bahis konusu amca olunca emmi tekrar ağırlık kazandı zihninde. Emmim, bak durumuma diyordu, beni görebildiğini biliyorum. Bak benim kalbimde papatyalar filizleniyor, tebessümüm içten geliyor. Ne dersin halime? Münasip midir başımın tacı?

Ve şimdi, emminin gülmediğini kanıtlayabilecek olan var mıdır?

15

Sabah, ikisi de, yarınlar yokmuşçasına vurulan davul sesleriyle uyandılar.

16

Dışarı da şenlik havası vardı. Kadınlar, çocuklar, erkekler herkes ölçüsüz bir neşe içindeydi. O kadar ki, ne olduğunu anlayamayan hayvanlar bile bu bayram halinin bir parçası olmuştu. Evet, gerçekten kutlu bir sabaha uyanmıştı halk. Pertev, şaşkınlığı ve şapşallığı içinde cama koştu. Dibindeki kaldırımda göbek atan 110 kiloluk teyzelerin durumuna da hayretler içinde kalarak ne olduğunu sordu. "Sultanımız frengin içinden geçti, tayyarelerin yardımıyla tekrar Şam'a dayanmış, yüzün gülsün oğlum, gün gülmek günüdür, haa gerçi sen zaten dün gece epey gülmüşsündür" dedi teyzelerin boşboğazlık ve dedikodu konusunda en kıdemlisi. Normalde sinirlerini hoplatacak bu patavatsızlığı Pertev hissetmemişti bile, çünkü haber o kadar güzel, o kadar mukaddesti ki. Adeta nasıl sevineceğini şaşırmıştı. Aklından nasıl seviniyorduk ya diye geçirdi hatta bir an. Çok iyiydi, çok iyi. Şu an her şey çok iyiydi. Kalbinin bir yarısını o gelerek Müjgan, diğer yarısını da o ilerleyerek Devleti sarmıştı. İkisi de dıştan taş, içten cam olan kalbini güldürmüştü. Canını da anca kalbinin içine aldıkları yakabilirdi zaten. Şu an tek eksik, Emminin fiziği idi, bilakis o ölmemiş, varlığı Pertev için yaşıyordu. Dünya gözüyle tanık olsaydı ya şu güne. Muştuyu Müjgan'da duymuştu. Odaya gelmiş, ağızlarını açmalarına hiç gerek bile kalmamıştı, zira gözleri konuşuyordu. Var olan mutluluğu birbirleriyle paylaşarak çoğaltıyorlardı sanki. O his ki gerçekten yüceydi, insan acının da, sevincin de değerini bilmeliydi. Hepsini yaşamalıydı, çünkü acıyı tatmayan, mutluluğun değerini bilmezdi.

Artık öldü,bitti, bastonla bile zor yürüyor denilen Osmanlı, bastonu farklı bir amaç için kullanmıştı. Güneyde, Şam hattına kadar kaybedilen Türk toprakları geri alınmıştı. Bunun nasıl mümkün olduğu hakkında burası gibi harbe uzak vilayetlerin tek bildiği ise, Devlet-i Ala'nın yeni keşfolunmuş tayyareleri kullandığı idi.

17

Müjgan, iki gün daha Pertev'de kaldıktan sonra önce halasına, oradan da amca kızı ile baba ocağına dönmüştü. Beraber oldukları üç gün boyunca Pertev çok mutluydu. Her şeye daha farklı bakıyordu, herkese karşı daha olumlu, daha sevecen, daha çözüm odaklıydı. Yıkılması gerekeni bile tamir etmek otomatik olarak içinden geliyordu. Beraber bol bol çocuklarla oynamışlar, ihtiyacı olanlara canla başla büyük bir mütevazilik ve alçakgönüllük içinde yardım etmişler, hayvanları gülümsetmeyi hissetmişlerdi. O sabiiler dilsizdir ama minnettarlıklarını hissettirebilirler, işte bu çok güzel bir şeydir. Bunu yaşama bahtiyarlığı nasip olmuştu ikisine de. Hayırsız kocaların terkedip gittiği zor durumda olan çocuklu kadınların dertlerine ortak olmuşlar, sefaletin dibindeyken bile içten gülebilen yegane varlık olan o günahsız kuzuların tebessümlerine anlam katmışlardı. Savaştan gazi olup dönmek zorunda kalan ve çalışmaya imkanı olmayıp devletin de görmezden geldiği insanların listesini çıkarıp, bunlara ve yukarıda da bahsedilen herkese karşılıksız iyiliğin hala var olduğunu kalplere hissettirmek için Hurşit Akarsu adında bir yardım derneği kurmuşlardı. Gül emmi Hurşit emminin mirasını buraya akıtmıştı Pertev. Halkın iyi tanıdığı, bildiği, sevip sayıp güvendiği Pertev sayesinde bu derneğe azımsanmayacak kadar bağış geliyordu sürekli. İnsanların korktuğu, çekindiği, eli kanlı mafya ve kabadayılar ise bu bağıştan hiç eksik olmayanlardı. İlginçti işte, bir yanda gözünü kırpmadan insan öldürebilirken, diğer yanda hiç tanımadığı birini bile yaşatmak için çabalayabilirdi insan. Ademoğlunun bu karmaşıklığı ve zıtlığı o varoldukça varolacaktı.


Müjgan Perteve böyle iyi geliyordu işte. Aklına gelmeyenleri aklına getiriyor, gözünün önünde olup da görmediklerini gösteriyor, kalbinin ta derinlerinde yuva kurmuş sevip sevilme ihtiyacını öyle güzel karşılıyor, henüz yeni yeşeren bir çiçek tanesinin değer bulmasına sebep oluyor, bugüne ve geleceğe çok güzel bir ferahlık ve güven içinde bakmasını sağlıyor ve en önemlisi, Müjgan varken, edilen küfre bile gül uzatabilecek bir adam oluyordu. Günlerinin güzelliğinin sebebi o kürt kızıydı.

Aradan bir buçuk hafta geçmişti, Pertev çoğunlukla dernek işleriyle meşgul olmayı seçiyordu. Hem yapılacak çok iş vardı, hem de bunları yaparken Müjganı ve Emmiyi yaşıyordu.
Bugün, Şam kuşatmasının ikinci gününde Şamdan gelen top atışı sonucu iki bacağını da dizlerine kadar kaybetmiş bir gaziye ulaşmıştı. Bu adam özeldi, çünkü Emminin öldüğünü henüz bilmeyen komutan bir arkadaşı, bu adamın kimi kimsesi olmadığı ve burada ki durumu tam olarak anlatması için Hurşit'in yanına sevkedilmesini sağlamıştı. Hoş, Emmiyi bulamadıysa da mahalleye adım atar atmaz yeğeni onu bulmuştu. Adamı kahveye geçirip dinlemeye başladı.

"Evladım, Mehmet Paşadan Allah razı olsun. Ben gene atın üstüne bağlanıp savaşmak istedim ama o izin vermedi beni buraya gönderdi. Hurşitimin yanına göndereceğim seni dedi. Hurşit abiyi şahsen tanımam ama orada bulunan herkes adını bilir. Eski istihbaratçıymış, Arap, Kürt aşiretleri ondan cin görmüş gibi korkarlar orada. Az kök söktürmemiş. Devletin yumruğunu unutan herkese tekrar hatırlatmış. Bu işgalci köpeklerde az çekmemiş ondan. Bu Lawrence mıdır nedir it gibi korkar Hurşit abiden. Örnek de alıyor abimizi bu itin dölü. Unutma, muhabere olmadan muharebe olmaz. Şimdilerde de Kuşçubaşı Eşref ajanlık ve muhabere yapıyor oralarda. Onunda sadece adı vardır, Hurşit gibi. Böyle adamların cismine rastlamak, rastlansa da farkında olmak çok zordur. Belki bir ordunun bile yapamayacağı hizmeti yaparlar devlete. Açıkçası adını duymuş, işlerini işitmiş herkes gibi bende hayranım ona. Böyle bir vatan evladını görmeye geleceğim için de içim içime sığmıyordu buraya gelirken. Ebediyyete intikal etmiş demek. Çok, çok üzüldüm. Bağrıma bir kor saplandı sen bunu söyleyince. Müjdelerimiz de daim olsun oğul. Hani bu tayyareler var ya bu gavurların övünüp durdukları. Heh, yerimizi yurdumuzu, topumuzu tüfengimizi, sayımızı düşmana belli eden bu tayyareler. Sultanımızın da, mühendislerimizin de ömrü uzun olsun. Kafayı çalıştırmışlar. El Hermel'e bir baskın yapmıştı bizimkiler. Oradan bir tayyare ele geçirmişiz, devlet bu tayyareyi İskenderuna götürüp inceletmiş. Tersine mühendislik denilen bir şeyle de biz bu tayyarenin nasıl çalıştığını, nasıl uçtuğunu çözmüşüz. Bu tayyarenin aynından da en baştan vücuda getirmişiz. Sultanın emri üzerine de bu tayyarelere silah eklenip eklenemeyeceği üzerine çalışmalara başlamış mühendis takımı. Allah onlardan razı olsun. Ee Türk aklı işte babacım. Bizimkiler gecesini gündüzüne katıp bir örnek sunmuşlar. Bu tayyarenin burnunun altından pervaneye denk gelmeyecek şekilde uzatılmış 10mm şeklinde bir top eklemişler, düşman tayyarelerini vurması için. Kanatlarına ve gövde altına da bomba ve füze koymuşlar yerdeki düşman unsurları için. Daha sonra padişaha sunmuşlar. Babacım bu tayyarelerden tam 16 tane üretilmiş bir ay içinde. İsmini de Şark Bülbülü koymuş Padişah. Ben bizzat gördüm bu tayyareleri. Biz şimdi Şama dayandıysak bu keşif sayesindedir. Bu mühendis evlatlarımızın zekası sayesindedir. O El Hermel'i basan bölük sayesindedir. Ölüm kusuyor adeta bülbül. Düşmanın mekanize birliklerini biz daha temasa girmeden darmaduman ediyor. Toplarını kullanılmaz hale getiriyor. Nehirlerde yüzen gemilerini suyun dibine gömüyor. Çok büyük keşif bu tayyareler. Allah devamını getirmemizi nasip etsin bize. Bülbül vuruyor, biz temizliyoruz, bülbül vuruyor, biz temizliyoruz. Bir sesleri var, duyan düşman ölümün geldiğini anlıyor resmen. Öyle büyük bir nimet bu yeğenim. Gözümüz aydın, gözümüz. Amma ben yanarım ki benim nasibim de bu kadarmış. Aha böyle bacaksız bıraktı beni gavur. Utanırım halimden. Orada ölmediğim için şimdi her gün ölürüm. Almadı allah canımı, var demek ki bir bildiği."

18

Cepheyi zaten ölümüne merak etmekte olan Pertev bu konuşmanın sonunda ayrıca tayyarelere de merak salmıştı. Gözünde erişilemez bir şeydi, o sana erişir ama sen ona erişemezsin. Enteresan icatlardı doğrusu. Daha şimdiden nelere vesile olmuştu. Kim bilir, belki de kader bu keşfin elindeydi.

Gazi Sümbül'den müsaade isteyip çocuklara da adama geçici bir yer ve öğünlerini ayarlatmalarını söyledikten sonra kahveden ayrılarak limana yollandı. Limanda, Akdeniz ve Karadeniz'de faaliyet gösteren Yahudi bir tüccarla buluştu. Bu Yahudiyi severdi Pertev. Emminin sayesinde tanışmıştı onunla. Delikanlı adamdı, hainlik ve Yahudi milliyetçiliğinden eser yoktu. Dindar bir insandı sadece. İnsanların geneli ona karşı Yahudi olduğu için ön yargılı olsa da, tanıyanlar gerçekten severdi. Hurşitin hatrına Derneğe ciddi miktarlarda bağışlarda da bulunmuştu, üstelik kasabanın merkezinde iki tane apartman tipinde binayı kullanış amacı ve tadilatını Pertev'e bırakarak hibe etmişti. Gönlü bol adamdı bu Yusuf Solomon. Pertev'de bu binaların birini kimsesiz gazi ve sakatlar, diğerini de ihtiyacı olan kadınlar için lojman haline getirmek isteğiyle çalışmaları başlatmıştı. Evet, Allah nasip ederse güzel şeyler vardı aklında. İyi işlerle büyüyüp bunların içinde kaybolmak istiyordu. Bunlar için kaynak yaratmanın peşindeydi şuan da.

Solomondan, Marmaraya dönen gemilerinin Kandiye'ye uğrayarak, rakıdan farklı olarak rakiden imal edilen ballı raki getirmesini istedi, kaçak olarak. Anlaşmaya göre, getirdiği şişe başına, sevkiyat da dahil olmak üzere 2 Osmanlı lirası ücret alacaktı Solomon. Yüzlerce yıldır diaspora halinde olan ve gittiği yerlerde hiç bir meslek yaptırılmayan, bu yüzden de ister istemez ticari zekası gelişen Yahudi aklına kendisi için çok karlı gelmese de kabul etmişti bu teklifi. Çünkü, şükürdü haline. Parasını harcayacak yer bulamıyordu zaten, daha fazlasında da gözü yoktu. Ardında bir soy da bırakamamıştı. Hurşit'in biriciği bu çocuğu kırmakta istemiyordu zaten. Önce ellerine tükürüp, sonra sıkıştılar.

Pertev, balli rakiları, son zamanlarda sayıları çok çoğalan rakı bahçelerine, kaçak göçek işletilen meyhanelere ve özellikle Gülsuyunda şebekeleşen muhalifleri tespit ve imha için Maltepe'ye konuşlandırılan garnizona satacaktı. İlk bir kaç partiyi şişe başına 10 liraya, bundan sonraki partileri ise şişe başına 8 liradan vermeyi düşünüyordu. Kim bilir, Giritten sağlam bir ustaya kabul ettirebilirse ürün ve tedarik ücreti ödemeden rakiyi burada da imal ettirebilirdi. Lakin bu mümkün olsa bile Yahudi'ye de gerek ticaret, gerek tecrübe, gerek ulaşım, gerek farklı şahıslara, şirketlere veya oluşumlara ulaşma konusunda, yani "kanal" anlamında daha çok ihtiyacı da olabilirdi.

Yalnız, onu şaşırtan ve sevindiren bir şey de vardı ki, bu kadar planın, hesap-kitabın ve düşüncenin içinde Müjgan bir saniye olsun aklından çıkmıyordu. Gözünde tütüyor denilse, tam olarak yeriydi. Konuştuğu insanların arkasında beliriyordu kimi zaman. O derece sirayet etmişti bilinçaltına. E bu durumda da gelecek için kurduğu hayallerinde onun olmaması imkansız bir şeydi. Tuttuğu her işin bir ucundan Müjgan'da tutuyordu zihninde. Onun, merhamet ve şefkat dolu kalbi ışık olup yol gösterecekti Pertev'e. Tökezlediği yerde tutacaktı omzundan. Yanlışına yanlış, doğrusuna doğru diyecekti. Şu kervandan göçüp gitmeden önce güzel bir miras bırakacaklardı.

19

Aradan bir ay geçmişti. İnsanlar yeni tanıştıkları bu rakiyi çok sevmiş, inanılmaz bir talep doğmuştu. Hatta odur ki, Giritliler üretimde zorluğa bile düşmüştü. Nafia Nazırı Noradunkyan'ın Çamlıca da ki evine de yüz şişe satılmıştı. Yani Pertev, nezaretten bir devlet adamıyla iş yapmış, ürününün, bu kesesi geniş çakallar arasında yayılma imkanı doğmuştu. Eğer buradan yürüyebilirse başka işlere de atılabilme ihtimalini elinde bulunduruyordu.

Ek olarak, Prens Adalarına da satmaya başlamıştı. Yahudi sayesinde olmuştu bu da. Büyük adada yaşayan Ermeni ve Rum ahbaplarını ziyarete giderken Pertev'den kendisiyle gelmesini rica etmişti Yahudi. Dostlarıyla Panayia Rum Kilisesi avlusunda hasret giderdikten sonra yanında getirdiği rakiden ikram etmiş, orada bulunan esnaf ve işletmeci Hristiyanlar beğenip, ada halkının da beğeneceğini düşünerek sipariş vermişti. Ayrıca, Panayia Kilisesinin baş rahibi Adras, bir süredir adalarda ki kiliselerin birbirleri arasındaki anlaşmazlıklarını çözmeye çalışıyordu. Yakında düzenleyeceği dostluk ziyafetinin bitiminde dindaşlarını hediyelerle uğurlamak isteğindeydi ve bu hediyelere eklemek için yüz şişe civarı da ayrı bir sipariş vermişti.

Yağdırıyordu Allah adeta. Aman nazar değmesindi. Çok kısa sürede çok fazla satış yapıyordu ve Kandiyelilerden yana bir sıkıntı çıkacağını hissediyordu. Denizden yana da az bir kuşkusu vardı, normalde, yılların tüccarı bu Yahudi'nin gemileri suda pek durdurulmaz, durdurulursa da üstünkörü aranırdı. Lakin içinde kötü bir his doğmuştu. Bir kaç ay içinde üretimi burada yapmayı düşünüyordu.

Deniz taksiyle geri dönüyorlardı, Yahudinin üstünde yaşlanmış olmanın getirdiği bir duygusallık hakimdi. Vefat etmiş eşlerinden ona kalan bir evlat da yoktu. Kendine pek itiraf etmek istemese de bu karşısında ki çocuğa yavaştan yavaştan oğlu gözüyle bakmaya başlamıştı elinde olmadan. Eski dinamikliğini görüyordu Pertev'de. Üstelik genç yaşında ticaret yapması da kendinden izler taşıyordu sanki. Hatta çocuğun kendisini kullandığını hissetse bile bunu hoş karşılayıp hakkındaki iyi düşünceleri daha da çok pekişebilirdi. Çünkü, kendi gençliğinde az adam çarpmamıştı. Zekasını kullanan insanları da severdi. Şu ömür gelmiş geçmişti onun için. Yetmişine merdiven dayamıştı. Hayatını dolu geçirmiş, zorluklar içinde yoğrularak bu günlere gelmişti. Beş yaşında babasını, on altı yaşında da anasını kaybetmişti. Anasının vefatından sonra uzun yolculuklarda kendini dindirmek için gemilerde çalışmaya başlamıştı ve hayat onu bu konuma sürüklemişti. Büyük insanlarla dostluklar kurmuş, kimi zaman dostluğu ticaret için, kimi zaman ticareti dostluk için kullanmıştı. Geriye dönüp baktığında ise yaşadığı iyi kötü her şeyde Yahve'nin bir izini görüyor ve ona şükran ediyordu. Tam şu anda da şükran ederken saygısından dolayı başındaki fötr şapkayı çıkardığı sırada, sırtının dönük olduğu teknecinin, elinde bir bıçakla Solomon'a atılmak üzere olduğunu gördü Pertev.

Sol koluyla Yahudiyi var gücüyle kendine çekerken aynı anda sağ eliyle de ceketinin içindeki kılıftan Smith Wesson marka tabancasını çekerek adamın eline ateş etti. Mermi adamın sağ ön koluna girmiş, kasını parçalamıştı. Hiç beklemeden adama yaklaşıp tabancayı kafasına doğrultarak bıçaktan uzaklaşmasını söyledi. Bıçağı alıp denize attı. Adamı da, kendi oturduğu yere, teknenin kıçına geçirip tabancayı Yahudi'ye vererek küreğin başına kendisi geçti. Yahudi çok sakin görünüyordu. Ne bir korku ne bir minnettarlık vardı çehresinde. Adamın acı dolu inlemeleri kulaklarında yankılanırken bu Çingenenin kim olduğunu ve bunu niye yaptığını düşünüyordu. Kimin tavuğuna kış kış demişti ki onu öldürmek istemişlerdi? Onun buraya geleceğini nasıl biliyorlardı? Bineceği salın şoförünü bile nasıl ayarlamışlardı? Gözüne çarpan hiç bir şey olmamıştı bugün. Karşısındakiler demek ki planlı hareket ediyordu. Pertev'in seslenmelerine ve sorularına cevap vermiyor, vardıkları zaman adamı Pertev'in kahvesine götürmeyi düşünüyordu. Pertev ise olayın heyecanını hemen atlatmış, bu hadisenin Yahudiyi kendisine daha çok bağladığını düşünüyordu. Böyle çıkarcı bir insan değildi, karşısında ki kim olsa kurtarmak için elinden geleni zaten yapardı. Koca çınardan faydalanmayı epeydir düşünüyordu ama  kurtarırken aklında hiç bir düşünce de yoktu. Bilakis onu hem bir büyüğü hem de bir ticari ortak olarak görüyordu. Bir çok konuda da öğrencisi olabileceği birisi.
 Olan olmuş, ekmeğine yağ sürülmüştü. Lakin bugün ekmeğine yağ süren bıçak, yarın kalbine de saplanabilirdi. Yahudiyi bilen, kendisini de bilir, Yahudiyi takip eden, kendisini de pek ala takip edebilirdi. 

"Ah emmi", diye geçirdi bu hesaplaşmaların sonunda. "Yine bir faydan dokundu bana, senin tabancandı bu. Hatıratın için hep taşırım üstümde. Keşke sağ olaydın da o telaşlı gözlerinin eşliğinde akıl danışaydım sana". 

20

Günleri huzurlu geçiyordu Müjgan'ın. Denizle arasında adeta bir hat gibi ucu bucağı olmayıp süregiden yeşilliklere hep öyle kalmalarını umut ederek onları kucaklarcasına geziniyordu. Çünkü bu doğa harikası yeşilliklerin bir kısmı zengin dava vekilleri ve tabipler tarafından mülk olarak alınarak, Avrupalı seyyahlar, bürokratlar, paşalar için tatil beldesi amacıyla hizmet verecekti. Ekonomiymiş, milli gelirmiş, Müjganın umrunda değildi bunlar. Doğa katlolmasındı onun derdi. Ayrıca amcası da ne olduysa birden hatasını anlayıp köye yollanmıştı. Sevinmişti onun yanlışını farketmesine Müjgan.

Şu an her şeyler güzeldi. Bol bol meşgalesi vardı. Bahçeyle ve hayvanlarla ilgileniyor, yemek ve temizlik yapıyor, kilim dokumayı öğreniyordu. Resimler çizip şiirler yazıyordu. Ne kadar mutlu ve huzurlu olursa olsun onun hep dramatik bir tarafı vardı. Genellikle bu yönü, elinden çıkan eserlere çok yansırdı. Güven içindeyken bile kötüyü bekleme ve ona hazır olma güdüsünden geliyordu bu da. Ne yapsın, içindeki dev öyle yaptırıyordu. Bu konuda tek istisnası Pertev oluyordu. Bazen bir resimde geçmişteki korkularıyla yüzleşirdi, bazen bir şiirde insanların değer bilmezliğine isyan ederdi. Hoş, bu konuda da yeni bir istisnası vardı. Hem de içinde kelebekler açtıran bir istisnaydı bu. İstisnalar kaideyi bozmaz derler. Varsın bozmasın, bu istisna onun kaidesi olmuştu çünkü. Her zaman da derin bir heyecan ve dinamiklik hali içinde bulunuyordu. Onun hiç bir zaman başka bir insandan büyükçe beklentileri olmamıştı. İleride, eğer olursa, mütevazi bir hayat sürmek istiyordu. Kendi kendine yetebilen bir yaşam. Ve bu yaşam da, yardım edebileceği insanlar için tutturacağı temponun ona izin verdiği kadarıyla olacaktı. Haksızlığa uğramış, itilip kakılmış, zor durumda olan insanların feryatlarını görmezden gelemiyordu. En azından elinden geleni yapmak istiyordu. Ve şimdi karşısında da öyle bir insan vardı ki, ona hem kutsal müesseseyi sunan, hem de o duyulan ve duyulmayan feryatların notalarının sonunu getirebilecek istekleri olan. Henüz genç yaşında elinden gelen şeyleri yapmaya da başlamıştı bile. Öyle büyük umutları vardı ki onun için. Onunla beraber öyle güzel günler görmek istiyordu ki Allaha sürekli dualar ediyordu. İnsanlığa olan umudunun yeşerdiği zamanlar da bir bakıyor, aklında ki insanlık kavramını  Pertev işgal etmiş halde. Ve biliyordu ki, bu durum bozulursa, kişiliğine ters olarak adeta bir yıkım yaşayabilirdi. Bırak insanlara yardım edebilmeyi, kendine bile yardım edemeyecek hale gelebilirdi. Lakin hep atladığı bir şey de vardı, böyle bir durumda asıl Pertev'in yıkılacağı.

21

Güneyden esen rüzgarın da yardımıyla limana hızlıca vardılar. Yahudi yolda fikrini değiştirmiş, adamı kahve yerine limandaki gemilerinden birine götürmeye karar vermişti. Bir kaç denizcisiyle beraber açılacaklardı. Denizcilerin meraklı bakışları arasında adaların doğu tarafına doğru açılmışlardı. Güverteden merdivenle aşağı inmişler, sevkiyatlarını bekleyen ürünlerin arasından mürettebat kamarasına geçmişlerdi. Yahudi'nin aklında türlü fikirler, Pertev'de ise bir gözlemci havası vardı. Yahudi, adamı kamaranın ortasında, kapıya uzak olan sandalyeye oturtmuş, kendi de tam karşısına, kapı tarafında ki sandalyeye yayılmıştı. Pertev ise, kapının bulunduğu tarafta, odanın tam köşesinde, kollarını birbirine kenetlemiş vaziyette ayakta duruyordu.

Yahudi soğukkanlılıkla, aynı zamanda her an cezalandırabilecek güngörmüş, soylu bir tavırla konuşmaya başladı.

-Adın ne senin oğlum?
-Yu-yusuf karaman.
-Yusuf... peygamber ismi... biliyor musun, seninle adaşız Yusuf... Söylesene Yusuf, benim kim olduğumu biliyor musun?
-Ağa, bilmiyorum ağa, bilmiyorum.
-Seni bağışlamamı ister misin Yusuf? Hiç bir şey olmamış gibi hayatına devam etmek ister misin Yusuf? Beni öldürmeye hiç çalışmamışsın gibi?
-Nasıl olacak o iş ağa? Elbet ağa. Kurban olurum sana ağa, elini ayağını öperim.

Yahudi, fötr şapkasını çıkartıp önündeki masaya koydu.
-Bu şapkanın başımdan çıkması, benim hayatımı kurtardı. Şimdi tekrar başımdan çıkıyor, bu sefer de senin hayatını alacak olmasın?
Yahudi çok sakin bir şekilde konuşurken, konuşmanın gitgelliği ve onun sakinliği yüzünden sırılsıklam ter içinde kalmıştı Çingene.
Sağ kolunun acısı yüzünden oraya baskı uygulayan sol kolunu yalvarırcasına havaya kaldırarak:
-Affet beni beyim, kulun köpeğin olayım affet beni.
-Niye beni öldürmeye kastettin Yusuf?
Yusuf tüm inandırıcılığını kullanmaya çalışarak konuştu.
-Sefaletten, fakirlikten ağam. Varlıklı adama benziyorsun ağam. Açlıktan nefesim kokuyor benim. Yemek yiyemediğim çok gün oluyor. Bokun, pisliğin içinde yaşıyorum. Eşyalarını satıp karnımı doyurmak istiyordum bir süre. Hepsi bu ağam. Merhametli adama benziyorsun, lütfen affet beni beyim.

Adam sözünü bitirince Pertev kapının üzerinde asılı olan urganı alarak hızlıca adamın arkasına geçti ve ipi boynuna sarıp sıkmaya başladı. O kadar hızlı bir şekilde olmuştu ki bu, adamın ne olduğunu anlamaya çalışan dehşeti hemen sönmüş, yerini hayatta kalma mücadelesine bırakmıştı. Olabildiğince sıkıyordu ipi Pertev, adam nefes alamıyordu. Tek eliyle olabildiğince ipten kurtulmaya çalışıyordu ama nafileydi tüm çabaları. Ağzından tükürükler çıka çıka bir şeyler söylemek için uğraşıyordu ama onun bu çabası ikisince de görmezden geliniyordu. En sonunda ipi boynundan aldı Pertev. Hiç bir şey söylemeden hafif karanlığın buluştuğu köşeye geçti. 

Ağzından kan gelmiş, vücudu ter içinde, yeniden nefes alabilmenin verdiği yaşama isteğiyle ve ölümün şu an şahdamarından daha yakın olmasının idrakiyle kendine gelmeye çalışıyordu Çingene.

Bir cıgara yaktı Yahudi. Çingeneye de uzattı. Bilenler için, işbirliği yapmak isteğinin işaretiydi bu. Yaklaşık otuz saniye masaya baktıktan sonra bakışlarını adama kilitledi Solomon. Aksi kabul edilemeyecek derece kararlı bir şekilde konuşmaya başladı.

-O urgan bir kez daha başına geçerse sen ölmeden çıkmayacak. Anlıyor musun beni? Bu hırsızlık için yapılan bir cinayet girişimi değildi.
Ayağa kalktı ve bastonunu belirli aralıklarla yere vurarak bir ileri bir geri yürümeye başladı.
-Beni salak yerine koyma Yusuf. Senin her şeyini öğrenirim, sevenlerine de bir eşyanla beraber denizden bir tane balık gönderirim.

Bu, Yusuf'un cesedinin denizin dibine atıldığının bildirilmesi anlamına geliyordu.

Yusuf, daha fazla direnebilecek bir irade gösteremedi. Göstermesine de imkan yoktu. Zaten burada konuşmazsa kesinkes ölecekti. E konuşursa bir ihtimal yaşama şansı olduğunu görüyordu. Tamamen bu adamın insafında da olsa belki yaşayabilirdi. Ölmek istemiyordu Yusuf. Ölmek istemiyordu. 

Yaran kötüleşiyor Yusuf diye bağırdı köşeden Pertev. İlk kez konuşmuştu. Ne demekti bu şimdi? Acaba konuşursa gerçekten canı bağışlanacak mıydı? Yoksa konuştuktan sonra onu öldürecekler miydi? Bilmiyordu işte ne olacağını ama konuşursa en azından bunu öğrenme fırsatı olacaktı. Kendini en kötüsüne hazırlayarak sol kolunu masaya dayadı. -Ağam dedi ve bir süre konuşmadan Yahudinin uzattığı cigarayı içmeye devam etti.

-Ağam, beni Sabetaycılar tuttu. Beni onların tuttuğunu da bilmiyordum esasında. Aracı olan kişi ağzından kaçırmıştı bu bilgiyi. Bir kaç gün limanda ulaşılabilecek yerlerde bana "tamam, adamın işte bu" demelerini, yani seni bekledim. O bir kaç günde de yemeğimi suyumu eksik etmediler. Dedim sana ağam, ben fakir bir insanım. Bugün ise hazırlanmamı söylediler. Aracı olan arkadaşımla beraber size peşi sıra adaya gittik. Sizi sürekli takip ettik. Giderken deniz taksiyle gitmiştiniz, dönerken de o şekilde dönecektiniz büyük ihtimal. Sizin limana inen yokuşa girdiğinizi görünce arkadaşımla sizden önce limana gittik. 

Sıkıntılı bir şekilde anlatıyordu bunları Çingene. Kanı çekiliyordu. Kurbanına, onu nasıl avlamaya çalıştığını anlatmak ve şu an ise avına av olmak elini kolu bağlar bir hale sokuyordu onu.

-Arkadaşım tekneciyle görüştü ve yanıma geldi. "Silahı boşver, denizde bıçakla halledeceksin işlerini, sonra da denize atacaksın. Onların bindiği salda kürekçi olacaksın, hesapta olmayan adam içinde ayrıca bir para alman için konuşacağım" dedi. Siz tekneciyle konuşup seçtiğiniz sala bindiğiniz zaman, kulübede çay içen kürekçi rolü yapıyordum bende. Tekneci, "Ferman, sıra sende oğlum" diye çağırdı beni. Açıldıktan sonra, salların tenhalaştığı bir yerde sizi öldürüp suya atacaktım.
 Senin kim olduğunu bilmiyordum ağa, hala da bilmiyorum, kimsin nesin, bilmiyorum. Sefalet içinde olduğum için yapacaktım bu işi. Dedim sana ağam, fakirin biriyim ben. 


Yahudi'de işin mimarlarını bulduğundan bir rahatlama, artık bir savaşın başlamış olmasından dolayıda ufak çaplı bir kaygı vardı. Bastonuna dayanarak ayağa kalktı, "Yaşayacaksın" dedi ve Pertev'e "İstediğini yap." diyerek odadan çıktı.

Pertev masaya yaklaştı ve Yahudinin kalktığı sandalyenin başında dikilerek sordu.
-Kimin kimsen, düşünmek zorunda olduğun birileri var mı?
-Yok, ben yalnız bir garibim.
-Silah kullanmayı biliyor musun?
-Herkesin bildiği kadar.
-Herkes silah mı kullanıyor lan?
-Biliyorum... Biliyorum.
-Bundan sonra benim korumam olacaksın. Hep yanımda olacaksın. Hiç bir eksiğin olmayacak. Senden tek isteğim sadakatin. Bağışladığımız canı almak istemeyiz. Anlıyor musun beni Yusuf?
- A-a- Anl... Tabii ağabe...

22

Pertev o günden sonra Yusuf'a çok iyi davranmıştı. İhtiyaçlarıyla bir bir ilgilenmiş, ona korku hissettirdiği kadar sevgi de hissettirmeye çalışmıştı. Tam olarak anlayamadığı bir şekilde Yusuf'un uzun yıllar yanından ayrılmayacağını hissediyordu. Tek tabanca olan bu adamı bir çok işinde kullanabilirdi. İyi bir sağ kol olabilirdi bu Çingeneden, ama ölüm korkusuyla suçunu itiraf etmemiş miydi? Yarın bir gün ya Pertev'e ihanet ederse? Ama durum farklıydı o zaman, hiç tanımadığı insanların işini yapıyordu ve aç olduğu için kabul etmişti bu işi. Bu durumda burada her hangi bir sadakat kaygısı aranabilir miydi? Öyle geliyordu ki, eğer kendini bu kimsesiz adamın hayatının merkezine koyabilirse güzel bir insan kazanmış olacaktı. Ki koşullar böyleyken bu da zor değildi.

Evveet bakalım Pertev diye geçirdi aklından Ahrida Sinagogunun salonuna girerken. Bırak şimdi Yusufu Musufu, Solomondan ayrılma.

Sabataycıların suikast girişimi yüzünden İmparatorlukta bulunan bir kaç büyük Yahudi ismi bir araya toplamıştı Solomon. Onlar için bile batıl kabul edilen Sabatay mezhebinin eylemlerinin sadece kendisi ile sınırlı olmadığını düşünüyordu ve bunu diğer dindaşlarına da kabul ettirmek istiyordu.
Salona girdikten sonra herkesle tek tek selamlaşarak sandalyesine oturdu. Oturmasıyla hararetli bir görüşmede başlamış oldu. Her kafada aynı düşünce barınıyordu. Herkes bu olaydan dolayı kaygı ve üzüntü duyuyordu. Olaydan sorumlu tutulan Zevi'nin cezalandırılması gerektiği düşünülüyordu. Aksi bir düşüncede kimse bulunmamıştı. Selanik'e gidilip Zevi öldürülecekti. Çıkan karar tam olarak buydu. Şimdi ise bunu kimin yapacağı tartışılıyordu. Çünkü herkes bu görevi kendi adamlarına yaptırmak istiyordu. O dakikaya kadar söze pek katılmayan Haim Nahum söz aldı ve konuşmaya başladı.

-Ey kardeşlerim, tekrardan şalom sizlere ve bilin ki benim isteğim de şalomdur. Sizler gibi ben de bu hadiseden dolayı derin bir acı duyuyorum. Lakin meselenin can yakılmadan çözülmesi taraftarıyım. Zevi, her ne kadar itikadımıza ters bir yoldan gitse de özünde oda İsraildir. Hatta onların tarihine bakarsanız, bugün neden bizden kopuk olduklarını anlayabilirsiniz. Yüzyıllarca herhangi bir Yahudiden daha fazla baskıya maruz kaldılar, daha çok zorluk gördüler. Dostlarım, bence onları kucaklamalı ve aramıza dahil etmeliyiz.

Solomon konuşmaya başlayacakken, Pertev böldü ve konuşmak için izin istedi. Böyle bir mecliste Yahudi olmayan biri bulunuyordu ve şimdide konuşmak istiyordu, meraklarından ötürü kimseden ses çıkmayınca memnuniyet belirten bir ifadeyle döndürdü dilini Pertev.

-Öncelikle burada bulunduğum için kendimi özel hissettiğimi belirtmek isterim. Solomon Efendiyle çokça sevişiriz. Derin saygılar beslediğim bir şahsiyettir kendisi. Başına gelen tehlike yüreğimi yakmış, köze çevirmiştir. Bu sebeple, sizlerden samimiyetime inanmanızı istiyorum. Bu noktadan sonra size karşı çok açık olacağım. Söyleyeceklerimi sağduyulu bir şekilde dinleyiniz.
 Sizler hali vakti yerinde, varlıklı, devlet ve cemaatte tanınan sözü geçen insanlarsınız. Elinizde barınan bir yaptırım gücü var. Ben bir Müslüman olarak, sizlerde Yahudi olarak hepimiz Tanrının ve İmparatorluğun çocuklarıyız. Bildiğiniz üzere devlet şu an savaşta ve bugün önemsiz görünen bir takım nazır, vali, kaymakam değişiklikleri ileride daha çok sıklaşıp büyük fırsatlara yol açacak. Bugün dost olduğunuz nazılar, diplomatlar... her kimse, yarın görevinde olmayacak. Ayrıca bir de hükümetin değiştiğini düşünsenize, bunun sesleri Balkanlarda artmaya başlamadı mı? Selanik, Manastır, Makedonya, İzmir ve daha bir kaç bölgede hatrısayılır sayıda bulunan Sabetaycıların faaliyetleri tamamen şu an ki yönetici kadrolarının tasfiyesine yöneliktir. Sizleri gözden düşürebilselerdi bunlara hiç gerek kalmazdı. Ama siz namuslu, vatanperver insanlarsınız. Devlet Baba sizden bunun aksini görmediği için ellerinden pek bir şey gelmiyor. Şimdi durum şu ki, Sabetaycılar başarılı olsaydı eğer, Solomon cinayeti onun tek eylemi olmayacaktı. Tek tek hepiniz avlanacaktınız. Faili meçhullara kurban gidecektiniz, hepinize basit süsler verilecekti. Sizlerin yokluğunda ortaya çıkacak olan Yahudi kimliği eksiğini Sabetaycılar dolduracaktı. Yapı itibariyle de yüzyıllardır Müslüman görüntüsü içine bürünebildikleri için, Devletin tam da ihtiyacı olduğu bir muhatap olacaklardı. Niye, çünkü siz evlatları yoksunuz. Yahudi kardeşlerim, bilmez misiniz bu herifler kendilerinden olanları kaç defa mesih ilan ettiler de küsküyü yediler? Çok ders almışlar belli ki, açıktan açıktan yapılamayacağını anladıkları için gizli ve sağlam adımlarla yürüyorlar. Dostlarım, Zevi denen sapkın, Yahudiler için dahi bir yüz karasıdır. Hoşgörü de bir yere kadar. Babaları onlara yüzyıllardır hoşgörüyle yaklaştı, hep başını sıvazladı, onlar hiç bir zaman emellerinden vazgeçmedikleri için her toparlanışlarında sıkıntı yarattılar. Hoşgörüyü, affı, merhameti ellerinin tersiyle ittiler. En basitinden ne çabuk unuttular onları İspanyadaki kıyımdan kurtaranları? Zaman, hoşgörü zamanı değildir. Yılan henüz büyümemişken o taşlar kaldırılıp ezilmelidir, Şalom.

Konuşması biter bitmez Solomon açtı ağzını.
-Bu genç, bazılarınızın tanıyacağı Hurşit Akarsu'nun yeğeni, benim de hayatımı kurtaran adamdır. Bizim daha önce vakıf olduğumuz bu anlatılanlara şimdi de sizler eriştiniz ve işler sizin açınızdan farklı bir boyut kazandı. Benim fikrim odur ki, devletin merhamet ettiği bu Tanrımıza ihanet etmiş sapkınlara hiçbirimizin merhamet etmemesidir. Rab adına savaşan kullarıyız, önce içimizde barınan münafıkları temizlemeliyiz. Son olarak şunu da iyice bir hatırlayın ki, ben hayatımda ölümle çok kez burun buruna geldim, benim bu karara varmamda hiç bir duygusal bir etki yoktur. Söz sizlerde dostlarım.

23

Pertev'in yaptığı konuşma, Haim Nahum'un diğer Yahudiler üstünde yaratabileceği etkiyi sıfıra indirgemişti. Nahum eğer destekçi bulabilseydi, herkesin tasdikinden geçerek yapılan bir iş olmayacaktı Zevi'nin ölümü. Son dakika atlatılan bu riskten kısa bir süre sonra çoğunluk hemfikir olmuş ve toplantı sonlandırılmıştı. Solomon Efendi yalnız Zevi konusu için toplamamıştı bu insanları buraya, ayrıca kendi ricasıyla Pertevin derneği için düzenli katkı istemişti. Toplantıda ki şahısların her biri zengin insanlardı, her ay, kendilerinin belirlediği miktarlarda ödenek yollanılmasına karar verildi.

Çok yardımcı oluyordu Solomon Pertev'e. Allah razı olsundu. Sayesinde Pertev'in eli her gün daha da güçleniyor, bu yüzden de fikirlerinin olurluğuna inancı her gün daha da artıyor, bu da ona hep daha fazla istek, daha fazla enerji sağlıyordu.
 Aslında her gün ölümü kabullenerek yaşarken, artık durum değişmiş, istediklerini yapmadan ölmek istemeyen bir adama evrilmeye başlamıştı. Bu azmi, fikirleri ona kazandıran da Müjgan olmuştu. Ah, böğürtlen tanesi diyordu, sen nasıl bu kadar sürede beni böyle iyiliklere yöneltebildin? Ah, gözlerimin görme sebebi, senden gayrısına körümdür ben.
Bir an irkildi, Ulan bana ne oldu böyle diye düşündü. Aslanken kediye dönüşüyorum yavaş yavaş. Bir an geçmişe daldı. Hiç kimseyi bu kadar sevememişti, bu kadar hissederek sevememişti. Zihnine bu kadar girememişti kimse. Eskiden düşüncesi de netti, aşk dediğin şey tatlı bir sarmaşık gibi görünürdü, ama eninde sonunda o tatlılık zehre dönüşüp insanı boğardı. Yeni keşfettiğin çok güzel bir kuyu suyu gibiydi, lakin bir süre sonra pis su verirdi. Bu hep geçerli olmak zorunda mıydı? Tabii ki hayır, ama çok zordu aksi sonuçlanması için. Hem de çok. Durum böyleyken aşık olmak Pertev için,
hoşgörülebilecek bir aptallıktı. Bu konuda kendisiyle konuşan arkadaşlarına elinden geldiğince kendi inandığı doğruları anlatmış, takdiri onlara bırakmıştı. Şimdi de kendi aptallığını hoşgörmek zorunda kalmıştı. Sen ne gariptin be dünya dedi, hem, hem belki de o zoru başarabiliriz. Artık hiç bir şeyden geri dönemem, kara, çok daha uzak. O okyanusta yüzmek zorundayım. Balıklar dostum, güneş ve ay sırdaşım olsun....


Akşam ezanına yakın saatlerdi. Uzun zamandır ağız tadıyla kahvede oturamadığı için kahveye gelmişti Pertev. Kah Emminin odasında, kah bahçe kısmında, kah içeride oturmuş, o mekanda bulunmanın ona hissettirdiği huzuru ta içlerine kadar çekmişti. Az önce yıkanması gerektiğini söyleyip ayrılan Gazi Sümbül, şimdilik bir terzinin yanında çıraklık yapıyor, ondan gayrı vakitlerinde de bu kahvede zaman geçiriyordu. Bu adamı bir şekilde tam olarak özgür kılmak istiyordu Pertev. Onu bir zanaat ustası yapıp, bir zaman sonra da kendi kendini idame ettirebilmesi için daha başka yardımlarda bulunmayı düşünüyordu. Hatta eğer nasip olursa, tamamen engelli insanların çalıştığı bir işletme açıp, onların kendi kendilerini döndürebilmesini istiyordu.

Yanında Yusuf'la beraber kahvehaneden aldığı huzuru içinde biriktirip günbatımına doğru ilerleyen saatlerin o hoş turunculuğu arasında lojmana doğru yürüyordu. İnsanların tenhalaşıp, ağaçların sıklaştığı, kuşların cıvıl cıvıl ötüp ortamı şahaneleştirdiği bir yerden geçerlerken uzun bir oturağa oturmuş, arkası dönük, hıçkırık sesleri gelen çarşaflı birisine rastladılar. Yavaşça yaklaştılar, Pertev normalde dokunmadan seslenmesi gerekirken, gayrıihtiyarı omzuna dokundu ve hayrola bacım dedi. Kadının omzuna dokunur dokunmaz, kadın henüz sesi işitmeden korkuyla dönüp, elindeki tabancayla Pertev'e ateş etti. Sağ omzundan vurulup geriye doğru giderken, Yusuf da ceketinin içinden çıkardığı tabancayla kadının karnına bir kez ateş etti. Kadının silahı yere düşmüş, acı veren bir inlemeyle iki büklüm olmuştu. Yusuf'un tekrar ateş edeceğini hisseden Pertev, dur diye bağırarak Çingeneyi son anda durdurabilmişti. Yerdeki lanet aleti alıp pantalonuna yerleştirdi ve sol eliyle kadının yüzünü kaldırdı. 15-16 yaşlarında sandığı bir kız çocuğuydu bu. Kızın sessiz sessiz ağlamaları eşliğinde şaşkınlıkla bir kıza, bir Yusuf'a bakıyordu.
Eğer bu bir suikast girişimiyse ya Zevi'nin eseri, ya da Solomonla gittiği cemaatten Haim Nahum'un eseriydi. Ve böyle bir plan hazırlayabilmek gerçekten çok başarılı bir işti. Bu noktada ise olay çok ciddileşmiş ve acele edilmesi gereken bir hal alıyordu.

Kan kaybından ölmeye doğru adım adım gidiyordu kız. Pertev, kızın konuşması için onu hayata döndürmeliydi, en azından konuşana kadar ona hayat verebileceğini hissettirmeliydi, sonrası Allah kerim, hele bi konuşsun da, belki sonra acısını temelli keserim diye düşünüyordu. Aklında olan şeyin idrakine varınca bir an irkildi. Gerçekten bu kadar duygusuz olabiliyor muydum ben? Bir saniye kendinden tiksindi. O an Yusufla göz göz geldi ve sanki aklından geçenleri onun okuduğunu sandı, utandı ve hemen başını yere eğdi. Son verip gömecek miyiz? diye sordu Yusuf. Oh çekti Pertev, içi rahatladı, şu pislik fikirle yalnızmışız. -Hayır, dedi. -Hemen yeleğini çıkar, kızın karnına sar, sonra benim sırtıma yükleyeceksin ve arkadan destek vereceksin. Şifahane yakın zaten. Haydi.

Şifahaneye vardıklarında hemşireler ve doktorlar hemen kız ile ilgilenmeye başladı. Pertev'in omzundaki kurşunu da Yusuf çıkardı ve geri kalan işlemleri Gül hemşire halletti. Kızı ertesi gün görmeye karar verdi Pertev. Ne olur ne olmaz diye gece orada kalması için şifa yerine bir de çocuk gönderdi. Ardından soluğu Solomonun yanında aldı. Pertev'in halini görünce bir anlığına gözleri karardı Solomonun, yere düşer gibi oldu lakin hemen kendisini toparladı. Yoksa bu adam da mı sevdiklerine kendisinden daha çok değer verenlerdendi? Belki, eh, al sana ortak bir yan diye düşündü. Solomon, ufak bir duanın ardından gözleri seğirir bir şekilde neler olduğunu sordu.

Artık bu işin bir son bulmasına tam anlamıyla karar vermiş olan Pertev,
-Bak, Solomon Efendi, artık başka şansımız kalmadı, mutabık olduğumuz konu hakkında bir an evvel uygulamaya geçmeliyiz, o cehenneme girip, şeytanı öldürmeliyiz artık.
-Oğlum, bu seferlik Rab seni korumuş.
Pertev bunu duyunca istemsiz bir şekilde Yusufa baktı. Yusuf da ona bakınca sırıtmamak için kendini zor tutuyordu.
-Şimdi söyle bakalım, kim denedi bunu, yakalayabildiniz mi? Veyahut başka bir sevmeyenin var mı?
-Dayı, valla benim bildiğim bir düşmanım yok, olsa da ben bilmiyorum yani. Ayrıca bana sıkan bir kız çocuğuydu. Kız elimizde şimdi, şifahane de, başına da bir adam koydum. Yarın gideceğim yanına. Yusuf kötü yaraladı kızı.
-Kız mı? Hadi bu Çingene neyse, kızı nasıl ayarlamışlar?
Yusuf biraz kızarmıştı. Öldürmeye çalıştığı adamdan bunları duymak utanç vericiydi. Solomona bakan gözleri anında tahtadan zemine kaymıştı.
-Dayım hem de ilginç bir yerde oldu bu olay, normalde çok nadir kullandığım bir yoldan gidiyordum. Arkamdan filan da gelmedi bu kız, ileride ki oturaklarda ağlıyordu. Hatta kıza giden de ben oldum. Yani, çok şaşkınım dayı. Böyle bir plan, çok zekice. Beni de iyi tanıyorlar demek ki, zaaflarımı biliyorlar demek ki. Böyle zeki insanlarla düşman değil dost olmak isterdim.
-Gevşeme hemen evladım, düşmanına duyduğun takdir, daha öteye gidip de hayranlığa dönüşmesin. Başarmışlarsa başarmışlar, tamam, önemli olan şimdi bizim ne yapacağımız. Ben, benim gemicilerden bir iki tanesini keşif için Selanik'e gönderdim, orada bir kaç gün kalıp, öğrenebildikleri her şeyi öğrendikten sonra bana gelecekler. Eğer adamı kaçırabilirlerse buraya getirecekler. Direkt öldürme emrini vermeyi düşünüyordum aslında ama onu canlı olarak görmek istiyorum. Lakin şimdi işler biraz değişti. Keşke öldürmelerini söyleseydim. Neyse, olan oldu. Hemen toparlanmaya bak. Yavrum benim, ölecektin az daha.

Bu sahiplenme sözlerinin içten geldiğini hissetmek Pertev'i sevindirmişti. Bir insan ne kadar mal ve mülk vaadederse etsin, dost ve samimi bir kalp hepsinden daha önemliydi. Parmaklarını sırasıyla yanındaki sehpaya vuruyordu.
-İnançlı insanlarız be dayı, sen de biliyorsun ki ölüm alnımızda yazılıdır, ne erteleyebilirsin ne öne alabilirsin. Ama tedbir de ihmale gelmez, biz tedbirimizi gene alırız amma O'nun takdirine boyun eğmek şerefinden de mahrum değiliz.
İçi bir hoş olmuştu Solomon'un,
-Bazen sana bakınca Hurşit'imi görüyorum. Bazen onu öyle çok anımsatıyorsun ki gençken yaptığımız sohbetler aklıma geliyor.
-Emmim benim. Ara sıra aklımı kaçıracak gibi oluyorum. Çok zamansız gitti, hiç beklemediğim bir şekilde göçtü bu garib-i diyardan... Üstümde emeği çoktur. Allah gani gani rahmet eylesin, benim sevabımı alsın ona eklesin.
-Amen oğlum, amen. Büyük adamdı vesselam. Senden çok önceden beri tanırım ben onu. Çok da iyi bir dosttur. Bana senden bahsettiği de çoktur. O kadar kan, vahşet, ihanet, zorluk görmüş, ateşler içinde pişmiş bir adam, senle beraber unutmak zorunda kaldığı duyguları tekrar yaşamaya başladı. Onun için öz oğuldun adeta. Şimdi ise şu geldiğimiz noktaya bak, ölecektin az daha. Oğlum, seni geri çekmeyi her şeyden çok istiyorum şu an. Ama ben çekseeem, sen çekilmezsin. Gözün hep açık olsun, onu bilenler, saygı duyanlar, sevenler, hep, milli duyguların etkisiyle anarlar. Bir sen adını merhamet ve iyilikle yaşatıyorsun. Bıraktığı asıl miras sensin bu yüzden. Eğer kendini çok düşünmeden tehlikeye atılabiliyorsan, sevenlerini ve sevdiklerini düşün. Onları düşün ki, olabildiğince kaç tehlikeden. Madem acı çekmeye karşı kaygısızsın, senin yüzünden sevenlerinin çekeceği acıyı düşün. Anladın mı beni oğlum. Olabildiğince yaşamalıyız.
Yüzünü tamamen kaplayan bir tebessümle devam etti. -Bakma ulan öyle kabil... Daha on sekizlik gencim ben.

Gayet ciddi bir yüze mizahi bir yön katacak sözler söyledi Pertev,
-Ne demezsin dayı... Zaten bana da ara sıra mektuplar geliyor senin hakkında, gönlünü çalmadığın kız kalmamış bu diyarlarda. Ama yakıyorum hepsini haa, dininde imanında gençsin, Allahın en sevdiğinden, tasalanma.

-İyi, iyi, iyi yapmışsın. Evlenmek için daha gencim hele. Önce bi Yusuf everilsin de sıra gelir bana.


24

Kız zorlu bir ameliyat geçirmiş, acıdan inim inim inlemişti. Şifahanede hakkıyla kurşun çıkartabilecek bir hekim bulunduğu için de ayrıca çok şanslıydı. Lakin çok da kötü bir durum vardı. Bu kızcağız üç aylık hamileydi. Kurşun, daha anasının karnındaki cancağzın canını almıştı. Daha gözünü açamadan ölmüştü yavrucak. Allah bebemi hemencecik cennetine aldı diyordu kız, buydu tek avuntusu.

Kızın yanına gitmeden önce hemşirelerle muhattap olmayı seçen Pertev olduğu yerde irkilmişti bunu duyunca. Bir hüzün çökmüştü yüzüne. Bir suçu olmadığını biliyordu, hatta vurulmayı haketmişti kız, ama giden can sabiinin olunca kendini çok kötü hissetti. İster istemez yüzü düşük bir şekilde çıktı kızın karşısına. Pertev'in geldiğini gören kız ağlamaya başladı, hiç konuşmuyor, yattığı yerden doğrulmuş halde ağlıyordu. Pertevin, nazik, üzgün, olabildiğince dikkatli ve hassas bir şekilde yaptığı konuşma çabalarına cevap vermiyordu. Ölen bebeyi öğrenince yumuşadığı bu kızın aslında kim olduğunu ve ne yaptığını bu çabaları esnasında tekrar hatırlamış ve sinirlenmişti Pertev. Sert ve bu aşamada geri dönülemez, işine yaramayacak bir şey yapacağını anladı ve hemen dışarı çıktı. Bir cigara yaktı, geldikleri zaman kapıda bıraktığı ve şu an ona soran gözlerle bakan Yusuf'a daha konuşmadığını söyledi. Cigarası bitince Yusuf'u da alarak kızın yanına gitti.

Şimdi kız da biraz daha sakindi sanki. Hatta ilk konuşan da o olmuştu. "Öldürün beni" demişti çocuk anne. Pertev bir an duraksadı ve niye diye sordu. Bu sorunun üzerine kız kafasını kaldırıp iki üç saniye Pertev'in gözlerine hayretle bakmış, "Niye mi? Bebemi öldürdünüz, niye yaşayayım?", "Madem bebeni bu kadar düşünür, ölümüyle ölürsün, bu işlere ne diye girersin?" Kızın yüzünde samimiyeti sorgulanamayacak bir şaşkınlık belirmişti, ardından içi acır gibi başını eğmiş, bu adamın tam olarak neyi kastettiğini anlayamadığı için gözleri nemli, yüzü de yerdeyken "Ne işine girmişim ben?" diye sordu.

25

Kızın çok doğal olduğuna dair işaretler almıştı Pertev, eğer yalan söylüyorsa bu kadar ustaca söylenebilir miydi bilmiyordu. Bağırmak ile sakin bir şekilde konuşmak arasında gidip geldi bir an. Sakin, rahat, zaten bildiği bir gerçeği duymak istermişçesine konuşmayı seçti. "Kızım" dedi, "Seni kimin gönderdiğini biliyorum, sadece itiraf etmeni istiyorum." Kız hayretle ağzını açıyordu ki hemen susmasını söyledi Pertev. Ceketinin sağ iç cebinden çakısını çıkarırken devam etti "Ölmek istediğini söylüyorsun.". Ellerini açtı ve "seve seve" dedi. Kızın ürktüğünü ve belli etmemeye çalıştığını hissetmişti. Çok üzülebilecek de olsam öldüreceğim galiba diye düşünüyordu. Kızdan gözünü hiç ayırmamıştı. Yaklaştı ve kızın iki bileğini de kesti. "Eğer konuşursan şimdi öleceksin, isteğine kavuşacaksın. Yok eğer konuşmam diyorsan da bil ki hıncımı uzun bir süre senden çıkaracağım, öldürmeyeceğim seni. Sürekli ölüme yaklaştırıp çekip alacağım seni oradan, sürekli acı çekeceksin. Sen seç kızım, değmez hiç bir şey için."

Yusuf bunların blöf olması için dua ediyordu adeta. İçi çekilmişti herifin, nutku tutulmuştu. Her ne olursa olsun bir kız eğer öldürülecekse acı çektirilmeden öldürülmeliydi. Bir şey deyip karşı çıkmak da istemiyordu. Hiç bir şey dememeyi seçti ve bir iki adım geri çekilerek ayakta dikilmeye devam etti. Pertev, Yusuf'un bu iç hesaplaşmasından haberdar olsaydı, "Ah be Yusuf'um, merhamete karşı beni seçtin, kaybettin Yusuf'um." derdi.

Kıza ettiği bütün bu tehditlere karşın aslında Pertev'in işkence gibi bir amacı yoktu asla. Eğer konuşmazsa, onu hayata döndürüp sözlerinde ne kadar ciddi olduğunu hissettirecek, hala konuşmazsa da öldürmek zorunda kalacaktı. Çünkü, sağ bıraktığı takdirde bu kız dönüp dolaşıp aynı insanlarla bir olacak ve tekrar karşısına çıkacaktı. Üstelik Sabetaycıların gözünde konuşmadığı için artan bir itibar ve bebesi öldürüldüğü için büyük bir kin ile. İşte bu yüzden ölmeliydi bu kız.

Kız ölmek istemişti ama ölüm kendini hissettirince bunun o kadar iyi bir fikir olmadığını anladı. Bilekleri kanıyordu, ölüm her saniye vücudunu sarıyor, Azrail çatıya oturmuş zamanın gelmesini bekliyordu. Kolay sanmıştı ölümü, olmadığını anladı. Demek ki içten içe bu adamların kendisini öldürmeyeceğini düşünüyordu ki o kadar rahat bir biçimde öldürün beni demişti. Bileklerinde hissettiği o sızıya daha fazla dayanamadı ve bir sinir krizi geçirmeye başladı. Acı acı ağlayarak "Lütfen durdurun şunu, Allah rızası için durdurun şunu. Siz beni bir başkası sandınız, ben seni korktuğum için vurdum, seni tanımam etmem, yalvarırım durdurun şunu." diye feryat etti. Sözlerinin arasında korkudan doğan bir boşluk vardı sürekli. Öyle kötü bir durumdaydı ki çok zor konuşmuştu. Olabildiğine hissediyor lakin konuşamıyordu. Ancak bu kadarı çıkabilmişti dudaklarından.

Pertev Yusuf'a bi koşu hemşire çağırmasını söyledi. Hemşireler gelince Yusuf'dan orada kalmasını isteyerek dışarı çıktı ve bir cigara yaktı. Kafası çok karışmıştı, neydi bu böyle? Acaba kendisi fazla paranoyak mı davranmıştı? Kıza olmayan anlamlar mı yüklemişti? Ah ulan insan beyni diye geçirdi, fevkalade olduğun kadar felaketsin de.

Yusuf'a orada kalmasını, kendisinin akşamüstü gibi geleceğini söyleyerek kahvedeki emminin hatıratı için yaptırdığı odaya geçti. Kafası zonkluyordu adeta, acaba yanlış mı yapıyorum düşüncesi beynini kemiriyordu. Kahvehanenin deposuna koyduğu bir kaç rakiden birini aldı ve odaya geçip içmeye başladı. Şu an ne düşünmek, ne de düşünmemek istiyordu. Hiç bir şey istemiyordu. Eğer düşünceler kendiliğinden akarsa düşünecek, akmazsa boş boş oturacaktı. O an ölse hemencecik onu da kabullenirdi. Uyusa onu da. Hiç bir şey olmadı ama. Ne bir şeyler düşünebiliyor, ne de uyuyabiliyordu. Kafası yavaşça sallanıyor, gözleri tam kapanıp uykuya dalacakken birden açılıveriyordu ve hiç birini isteyerek yapmıyordu. Şu an kontrol kendisinde değildi sanki.

26

Akşamüstü, kahveci Hüsnü'nün hatırlatmasıyla çıktı kahveden. Güneş vedalaşırken, tüm güzelliğini pembe ve turuncu ışınlar halinde sergiliyordu. Kedilerin tasasız kovalamacasına, ağaç dallarından onları izleyen serçelerin cikciklemeleri karışıyordu. Her an bir yerden kurşun gelebileceğini seziyor, sabah şüpheye düştüğü paranoyaklaşıyor muyum? düşüncesi ise onu bir nebze utandırıyordu. Ya değilse? Ya, Zevi'yi fazla büyüttüysem? diyordu. Bu yüzden de sağdan soldan bir kurşun beklemesine rağmen kendini salmış, savunmasız bir şekilde yürüyordu. Zihninin onu bu kadar ikilemde bırakması onu bir boşluğa düşürmüştü. Bu yüzden aklından Müjgan da çıkmıştı. Öleceksem öleyim diyordu şu an. Peşi sıra iç geçirdi, Müjgan'ım, seni severek öleceğim en azından diyordu. Ohhh du be. Bir an içi neşeyle doldu. "Sevebiliyorum ulan" diyordu. "Allah'ım sevmek sevilmekten daha zordur, şükürler olsun yaşatıyorsun bana bu saflığı." Bu düşünce zihninde parlar parlamaz söndü, şimdi utanıyordu kendinden. "Savaş bitmeden nasıl böyle mutlu olabilirsin sen?" dedi, "Daha bir kaç ay öncesine kadar savaşın gidişatı kötüydü, şimdi iyi ama her an aksi de olabilir, kendi derdine düşmek yaraşır mı sana?". "E, ben kendime demiyor muydum ama Müjganım benim vatanım gibidir diye? Ne çıkar ki buradan?" Bir cigara yaktı. "Müjgan sadece senin vatanın, asıl vatan milyonların vatanı.". "Asıl vatan Müjgandan önce gelmeli.". Derin bir duman çekti içine. "Demek vatanımı Müjgandan ayırmak için asıl vatan diye nitelendiriyorum". Güldü kendine.

İçtiği raki düşüncelerini hızlandırmış ve çetrefilleştirmişti, bu arada da şifahaneye varmıştı. Kapıdan kınayan gözlerle çıkan bir iki hemşire vardı. "Haklısınız desem değil, haksızsınız desem değil" diye geçti aklından. Çıktı yukarıya, kapıda bekleyen Yusuf'a selam verip odaya girdi. Odaya girmesiyle beraber kızın gözünden yaşlar boşalmaya başladı. Kızın gözyaşlarına hiç aldırmadan, yatağının yanına bir sandalye çekti ve oturarak kızın sakinleşip susmasını bekledi. Kız, ilk başta yatağın uzak kenarına doğru kayıp ağlayarak yaklaşma bana diye bağırmıştı. Bir kaç dakika sonra ise yavaş yavaş sesi soluğu kesildi, sadece ara sıra hıçkırıkları duyuluyordu.


"Anlat bakalım fırıldak, kimsin sen?" dedi Pertev. "Ne yapıyordun silahla da korkup beni vurdun?." " Ne arıyordu o tabanca sende?".  Gözlerini kızdan ayırmayarak sandalyesini ona doğru çevirmişti, yüzünden hiç bir detayı kaçırmak istemiyordu. Dirseğini sandalyenin kolluğuna, çenesini de yumruk halindeki eline dayayıp dinlemeye ve izlemeye odaklandı.

"B-ben ailem tarafından satıldım. Burada zengin bir köylümüz yaşarmış, Şaklatlı Reşo Ağa. İki üç, bilemedindi dört beş ılda bir köye gelirmiş. En son bir ıl önce geldiğinde beni görüp beğenmiş, babamdan istemiş. Utanmaz arlanmaz herif, yetmiş beşine merdiven dayamış ama beni istedi, dedemden bile büyük adam. Babam da  bakmış eli bol kesesi geniş adam, hiç düşünmeden vermiş beni. Bana ne soruldu ne bir şey yapıldı. İlk başta hayır dedimse de temiz bir sopa yedim. Sonra atladık geldik buraya." Bir süre soluklandı kızcağız, her şeyi tekrar yaşıyormuş gibi acıdan dişlerini sıkıp göz kapaklarını birbirine bağlamak istercesine kenetledi.

 "Yolda hep gizli gizli elleşti benle, her mola verdiğimizde hiç bir fırsatı kaçırmayıp kızlığımı okşuyordu rezil herif. Gözlerimde ki isteksizliği ve kini görünce de basıyordu tokadı. Buraya geldiğimizin ilk gecesi hiç zaman kaybetmeden gerdeğe aldı beni. Kızlığımın akan kızıllığını görünce gökten koyun inen İbrahim gibi sevindi. Baktı o sevinirken benim gözlerimden yaşlar süzülüyor, sessiz sessiz ağlıyorum -Neme ağlarsın ula oropsu, aldım da itin öküzün sıçtığı köyden seni şehere gettim, kıymet bilmez oropsu- diyerek dövmeye girişti. Vurdu da vurdu vurdu da vurdu. Her günüm böyle dayak ve bu bunağın orospusu olmakla geçiyordu. Üç ay önce de gebeliğim başlamış ki nereden bileceğim ben, ben daha kendim çocuğum, çocuktan çocuk çıkar mı hiç? O da gebeliğimi farkedince karnıma vurmaz oldu, bilmeden istemeden canını sıkınca falakaya çekiyor, yüzüme vuruyordu. Hele ki bu karnımdaki bebe kız olsun, bu adam beni daha pis döver, ona erkek evlat veremedim diye hayatımı zindan eder. Hele çocuğun da akıbeti kötü olur benim gibi. Ben dayanamadım daha fazla, aldım onun tabancalarından birini, önce onu öldürüp sonra kendimi öldürecektim ama yapamadım, öldüremedim onu. İçim elvermedi, vazgeçtim ondan. Kendimi de öldüremedim, beceremedim. Kaçtım evden, Bir yerlere gidecektim, sığınacaktım ama geldim geleli evden bir adım atmadım ki insan tanıyasın, evin bahçesi kocamandı ki, -Neme lazım dışarısı, al sana kocaman bağ bahçe- derdi, salmazdı beni. Okuma yazmada bilmem. O oturduğum yerdeyken aklıma geldi hep bunlar, kaçsam boşunaydı, yollarda harap olacağım, belki de birilerinin tecavüzüne uğrayıp itip kakılacağım diye düşündüm, daha kötüsü o adam beni bulacaktı. O sırada oturdum o banka ve kendimi öldürmek için cesaret topluyordum ki sen dürtünce panikleyip kendiliğinden ateş ettim. Hepsi bu ağam."


 Kız bunları anlatırken Pertev'in gözlerine bakarak başlamıştı, Reşo'dan ve özellikle herifin yaşından, uğradığı tecavüzlerden, maruz kaldığı dayaklardan ve muamelelerden bahsederken ise başını utancından yerlere eğiyor, belli belirsiz tiksinti ve öfke işaretleri yüzünde yer buluyor, gözlerini bir sağa bir sola kaçırıyordu. Pertev hiç vakit kaybetmeden Yusuf'dan Reşo Ağayı bulmasını istetti. "Yavrum" dedi, "Anlattıkların doğruysa, benimle kalmak ister misin?... Evimin işlerini yaparsın, yememi yaparsın. Okuma yazma öğrettiririm sana, maaş veririm?"  Kızın bir an irkildiğini görünce hemen ekledi. "Merak etme e kuzum, senden karılık beklemiyorum... Hem bebeni öldürmüş olduk, borçluyuz sana karşı."

Kız çok utanmıştı, bu teklifi ölümüne istiyor, ama evet demeye, adamın yüzüne bakmaya utanıyordu. Başını yere eğmiş, bir süre öyle kalmıştı. Utana sıkıla "İs-te-rim bey-" derken Pertev hoş bir tebessümle birlikte sevgi, merhamet ve acının hissedildiği bir sesle "Beyim yok kızım, abi var. Pertev abi." diyerek yanağını okşadı.

Yarım saat kadar sonra ise Yusuf geldi Reşoyla beraber. Bu ince uzun, hala çoğunlukla siyah üç parmak kadar sakallı, Kürt olduğunu sonuna kadar hissettiren bir şalvar, üstüne Batı tarzında bir ceket, başına da bir agal takmış bu adam kızı görünce yaşından beklenmeyen bir çeviklikle "Vay nomıssız, demek kenden intihar haa" diyerek kıza atıldı. Pertev'e gerek kalmamış, Yusuf, ihtiyarı hemen yakalamıştı. "Küçülme dedem" dedi Pertev. "Otur hele şöyle" diyerek bir sandalye çekti. Kendisi ayakta kalarak devam etti. "Beybabam yaşına hürmetim sonsuz, amma ben bu kızı senden çekip alıyorum. Lamı cimi yok. Kaç para saydın bu kıza?" Aslında o kadar sinirliydi ki, -sen kim oluyorsun, vermiyorum kızı mızı- minvalinde bir karşılık almamak için dua ediyordu resmen. Sabredemez, öldürürdü çünkü adamı. Bu yüzden, konuşurken, elini kemerine atmış, bunu yaparken de silahın görünmesi için ceketi çekiştirmişti. Reşo ise aslında kızı çok istemesine, o olmazsa zevkten mahrum kalacağını düşünmesine rağmen, hiç bir itirazda bulunmamıştı. Haber salar, yeni bir kız bulurum diye düşünüyordu. Hiç pürüz çıkmadan, adresini vererek ayrıldı oradan.

Pertev'in kız için vereceği para ise beş bin Osmanlı lirasıydı.

Kıza selamet dileyerek Yusufla beraber çıktılar. Kız iyileşene kadar yanında olması için de kardeşlerinden birisini yollamıştı Pertev. Kıza çok ısınmıştı, onu çok fazla koruyup kollamak istiyordu ama henüz adını dahi öğrenmediğini düşünerek güldü haline.

27

İki hafta sonra...


Keder, hiç aksatmadığı gibi yine muazzam bir kahvaltı hazırlamıştı. Tür tür reçeller, ballar, en hakikisinden beyaz, keçi ve tulum peynirleri, siyah ve yeşil zeytinler, yağda ve suda yumurta, her daim hazır ve hiç bir zaman eksik olmayan çayın yanında süt ve portakal suları, ufağından irisine çeşit çeşit domatesler...


Henüz alışamadığı için artık her sabah karşılaştığı bu kahvaltı manzarası karşısında kısa süreli bir şaşkınlık geçiren Pertev genelde olduğu gibi bu sabahta pek bir şey yiyememişti. Bir iki dilim peynir ve bir yumurta, olabildiğince de çay. Lakin uzuncadır Pertev'in evinde kalan Yusuf ise tam tersi alabildiğine yerdi. Midesindeki her boşluğu doldurmaya ant içmiş gibi tıkınırdı bu Çingene. Pertev'de onun bu iştahına şaşar kalırdı. Gerçi sıkıntının kendinde olduğunu bilirdi, yemeğe oturdumu afakanlar basardı onu. Yediği her lokma boğar gibi gelirdi bazen. Bir kaşık daha yemeye tahammül edemezdi. Lakin hiç bir zaman tabağını bitirmeden kalkmaz, bu öznel acısına en azından bir tabak katlanırdı.


Günlük güneşlik bir hava vardı dışarıda. Teyzeler yine kapı önünde kendi yaptıkları sandalyelerde oturmuş, amcalar kahvelere akın etmişti. Bazı çocuklar tahtadan yaptıkları tüfeklerle dıkşın dıkşıncılık oynuyor, bazıları ise cezalı oldukları için camdan onları izliyordu. Ara sıra insafa gelip serinlik hissettiren bir rüzgar, yükseklerde ise daha zahmetsiz uçmak için bunun yolunu gözleyen birbirleriyle kavgalı martı ve kargalar vardı. Güvercinlere ise güvenli kovuklarda bu savaşı izlemek düşüyordu.


Dün akşam saatlerinde Kaynarca mevkiine ulaşan bir teslimatın ihbarı gelmişti Pertev'e. Gagra'dan demir alıp Bağırkanlı'da demir atan bir gemiden gelme 2000 civarı tüfek sevkiyatı mola vermişti. Eğer sayı doğruysa basit bir sevkiyat değildi bu. Yerinde görmek gerekti. Kahvehanede kendini bekleyen, ona muhbirlik yapmış dostunu da alıp yola koyuldular. Kaynarca yakındı zaten. Vardıkları zaman biraz daha kuzeye yönelip Fevzi Çakmak mevkiine ulaştılar.

Muhbirin bahsettiği, öküz ve atların çektiği dört araba oradaydı işte. Arabalar, alışılagelmişin dışında büyüklükteydi ve aynı şekilde üstleri kapalıydı. Fakir fukara arabası değildi bu. Başında bir adam bekliyordu. Pertev, Yusuf ve Selim ise dillerinde savaşın gidişatı, fikirlerinde yapacakları baskının hesaplarıyla araçların yola çıkmasını mola yerindeki kahvehanede çay içerek bekliyorlardı. Kısa bir süre geçtikten sonra üç tane adam gelmiş ve araçlar yola çıkmıştı. Toplamda dört kişi görünüyorlardı. Araçlar yola çıktıktan yaklaşık bir dakika sonra Yusuf'a atına atlayarak, çok abartı olmamak kaydıyla şüphe cezbedecek şekilde yollanması ve peşlerine takılmasını söyledi. Yusuf'un da dehlenmesinden sonra Pertev'in beklediği olmuş, Yusuf'un peşine birisi takılmıştı. Yusuf'a söylediğini öndekine kendini farkettirmemek koşuluyla Selim'e de söyledi. Görünürde kimsenin olmamasıyla beraber Pertev'de dehlenerek Selim'e yetişti. Az buz gittikten, yolun darlaşıp ağaçların sıklaştığı, virajların artıp öndekini gözden çıkardığı bir yerde Yusuf'un peşine takılan adamın dibinde bittiler.



Pertev, belinde sallanan Berdan Tüfeği kendini ele veriyor alık herifin diye geçirdi ve "Selamun aleyküm gardeş" diyerek dikkati üstlendi. Türkçeyi sonradan öğrendiği belli olan bir aksan ile konuşuyordu karşısındaki herif. Selim ise ikisi konuşurken herife iyice yanaşmış, tabancasının dipçiğiyle ensesine sertçe vurmuştu. Adam attan yere düşer düşmez, Pertev'de atından atlamış, adamın üstünü didik didik etmiş, Rusça yazılar yazan bir kağıt ve kız resmi bulmuştu. Üstünden çıkan tabancayı yanına almış, tüfeği de ağaçların arasına atmıştı. Adamı ise karşı taraftaki ağaçların arasına sürüklemişlerdi. Atıda yedeğe alarak yola devam ettiler. Virajı aşıp Yusufu görmüşlerdi. Tahtadan yük araçlarına eşlik eden adamların üç tanesi önde, bir tanesi de en arkada Yusuf ile sohbet ede ede gidiyordu. Selim'e dönerek, "Adama birazcık şüphelendirebilirsin dedik bu gitti arkadaş oldu" diyerek sırıttı Pertev. "Keşke ne taşınıyor diye bir kontrol ettirseydin, el koyardı belki". Yaklaştıkça sustular, herifin dibine varınca Selim yine ensesine vurarak bayılttı adamı. Üstündeki tabancayı alıp herifi olduğu gibi bıraktılar. Yusuf hemen en arkadaki yük arabasının arkadaki kapısını olabildiğince sessiz bir şekilde açtı ve kapının açılmasıyla birlikte tıkıştırılmış olan samanlar üzerlerine boşaldı. Kalan samanları da elleriyle boşaltarak aradıklarını buldular. Güzel mi güzel Rus tüfekleriydi bunlar.


 Allaha şükürdü ki boşuna buraya gelmemiş, adam bayıltmamışlardı. Ya öldürselerdi? Bir yanlışlık üzerine. Çok büyük bir vicdan azabı duyulacağı kesindi Pertev adına. Bunu biliyordu sadece. O yüzden ellerini açtı ve şükür etti. Onun bu haline bakıp "Dua edilecek sıra mı be yumuşak." diyen Selim'in yüzünde ise hafif kızgınlıkla karışık bir sitem ve rahatlayıp boşalmak isteyen bir adrenalin vardı. Peşisıra hiç konuşturmadan da "Bu adamları öldürmek zorundayız, yoksa hepsi boşa olur" dedi son derece soğukkanlı ve net bir tavırla. İşin bu raddede olacağını Pertev'de biliyordu ama hiç gelmeyeceğini hissettiği bu anın pat diye yüzüne çarpması kalbini sızlatmış, elini kolunu bağlamıştı. Yusuf'un omzuna dokunmasıyla irkilmiş, kolunun tersiyle onu itmişti. Tamamdı ulan, yapılacaktı bu iş, tamamdı. Selim araçların sağ tarafından, Yusuf ve Pertev ise sol tarafından en önde yan yana giden üç adama yaklaşıp öldüreceklerdi. İlerlerken ara sıra oluşan araçların aralıklarından birbirlerini takip edip eş zamanlı varmayı hesaplıyorlardı. Evet, yaklaştılar, evet son üç adım, iki, bir. BAM BAM BAM BAM BAM BAM BAM BAM BAM BAM. Ansızın kanatlanan kuşların sallandırdığı ağaç dalları, yerinden zıplayan tavşanların titrettiği sirken otları...

Üç adam için on fişek atılmıştı. Tam on fişek. Herifler zaten ilk fişeklerde yerle yeksan olmuşlardı ama işi garantiye almak için ardarda sıkmışlardı. Pertev sıkamamış, Yusuf'un ayıplayıcı bakışlarının hedefi olmuştu. Ortadaki adamı Pertev'in indirmesi gerekiyordu lakin tetikteli eli donup kalmış, tetiği çekememişti. Onun adamını da Yusuf vurmuştu.

28

Sağ salim silahları almış, kahvenin yakınlarında kuytu bir depoya saklamışlardı. 

Verilen rakam abartılmıştı, 2000 civarı bir sayı söz konusu değildi, taş çatlasa 500-550 tüfek vardı burada. Bu Ruslar bu silahları kime gönderiyordu acaba? Bu kadar içeri adam sokabilme özgüvenine nasıl sahip oldular? Kim yardım etti bunlara? Pertev'in aklında hep döndü durdu ama bir cevap bulamadı. 

Altı gün sonra...

Kaşları çatılmış, nefesi daralmıştı. Sinirden eli ayağı titriyor, içi içine sığmıyordu. Bulmalıydı onları, artık o hadsizler kimse, bulmalıydı onları. Ciğerlerini sökmeli, kafataslarından rakı içmeliydi. İbret-i alem olsun diye kazığa çakmalıydı. Duvarlar üstüne üstüne, koca Trabzon dar gelmeye başlamıştı. Gerekirse üç bin çocuğunu alıp koyulmalıydı aramaya. 

Üstelik Aleksey Petrov hesap sormuş, mektubuyla aşağılamıştı onu. Elbet zarar da verecekti. Ziyanın ise korkusu yoktu, üstelik bu terbiyesizliğine cevap olarak onu öldürmek için Batum'a adam yollamıştı. Onu ve Batumdaki bütün Vor'ları öldürecekti. İtin, intikam almaya canı kalmayacaktı. "Orhaaan" diye seslendi, "Hazırlığını yap Orhan, Pendiğe adam gönder, ekmeğime el uzatanların, ekmeğe uzanan ellerini keserim. "

Gönülden bağlıydı Orhan, Ziyaya. Öl dese hiç düşünmeden helallik ister ölürdü. Hiç vakit kaybetmeden emirler vererek hazırlıklara başladı. Yine Ziyanın kullarından Yahya Reisi de çağırttı. Orhandan sonra Yahya gelirdi Ziya için. Gencecik delikanlı, Pendiğe gidecek ekibin başına geçirildi. 


O gece, otuza yakın adam, Karadeniz'in han hakan tanımayan sularına açıldılar. 



Oturduğu masadan kalktı. Bir iki adım attıktan sonra yürüdüğünü unutmaya başlamıştı. Aklını müjgan ele geçiriyordu çünkü. O güzel mavi gözlerine doya doya bakmak istiyordu. O anaçlığını, o köylü esintisini sonuna kadar yaşamak istiyordu. Onu sevdiği gibi onun da kendisini sevmesini istiyordu. Bir ömür boyunca beraber olmak istiyordu. istiyordu da istiyordu. Bir kaç saat sonra Podimaya ulaşmıştı. saatlerce onun varlığının kutsal kıldığı topraklarda gezinmişti. Gezinmişti, aklında onun hayaliyle. Sahile inmiş, insanları incelemişti. Oradaki insanlar ona ne kadar da şanslı gözükmüştü öyle? Müjganla aynı yerde yaşamak ne büyük şanstı. Aslında çevredeki bu sıradan olan her şey, insanlar, ağaçlar, evler, pazarlar, hayvanlar, balıkçılar, çocuklar, mektepler, her şey, her şey aslında çok sıradandı. İşte Müjgandı bu her şeyi anlamlı kılan, bu kadar sıradanı özel kılan Müjgandı. Sahilde denize karşı simit yemiş, oturaklarda saatlerce oturmuştu. Teknelerin isimlerine bakmıştı. Kedileri ve köpekleri sevmişti. Yürümüş, bir hayli yürümüş, etrafı bir hayli dolaşmıştı. Meydanda boş boş oturan insanlarla beraber oturmuştu. Sonra saat ikindiye varınca kalkmış, Müjganın tam yaşadığı o ıssız mahalleye gitmişti. Podimaya bağlı bir mahalleydi ve Podimaya uzak da değildi. Evet burası ıssızdı, ana yolun üstünde olan ıssız bir mahalleydi, sadece kırk beş, elli kadar ev vardı. Üst tarafı ise ıssızlığın ta kendisi bozkırlarla kaplıydı. Saatlerce de orada dolaşmıştı. Kimi zaman deniz manzarasını görmeye izin veren tünelden mahallenin karşı tarafına geçer, kimi zaman yukarı geri çıkardı. Bir ileri bir geri Müjganın hayaliyle giderdi. İçine sevda kaçmıştı bir kere, artık sıkılır mıydı bu kadar boş bir şekilde dolanmaktan. Ah Müjgan, ben sana darılabilir miyim diye geçirdi. Canın sağolsun dedi kendi kendine. Gözümde o kadar değerlisin, o kadar özelsin ki. Sevgine nail olmak, ah ne büyük bahtiyarlık. İki gözümün çiçeği, yeşilçam ağacım benim. Timam, bakem, hee diyen dilinin o kendine özgü samimi halleri benim içimi yedi de bitirdi. İstemez miyim ömür boyu bunları duymayı. İsterim ya, yandım kül oldum. Allah çıkardı seni karşıma, beni de senin karşına çıkarsın. 

Dejavular yaşıyordu Pertev, sinirlendiren, hem üzen hem umut veren. Gözlerinden öperim Müjgan diyordu, hep başımın üstünde olacaksın. 

29

Çıktı göz bebeği köşkünden Ziya. Kocaman bahçesinde oyun oynayan kızları babalarını görünce bacaklarına koştular. "Babaaa" diyerek sarıldılar. Önce tepki vermedi Ziya. İçinde fırtınalar kopuyor, kızlarını ciğerine basmak istiyordu ama yapamıyordu ve bu onun için o kadar zordu ki. Bu duyguyla başa çıkabilmek kırk köyle başa çıkmaktan zordu. Böyle alışmıştı çünkü Ziya. Atadan böyle görmüştü, sevgi gösterilmezdi. Tepkisiz kalmaya daha fazla dayanamadı ve ellerini, bacaklarına yapışmış olan kızlarının yüzlerine götürdü. O an, kızlarını ne kadar sevdiğini farketti. Bu sevginin, kişiliğine olan baskısını anımsadı. Kızların suratını aşağı yukarı okşayarak "Babanızın işi var çocuklar, haydi bırakın" dedi. 

Atlarla Yomra'ya indiler. Yolda karşılaştıkları hemen hemen herkes selam vermiş, Ziya'yı memnun etmişti.

Babası ona, yüzünün bir tarafı gülsün, öbür tarafı kızsın demişti zamanında. Ziya, bu lafı aklından hiç çıkarmazdı. Belki de bu yüzden hem çok korkulur hem çok sevilirdi. Zaten Laz Ziya'da bu durumdan memnundu.

"Ne dersin Orhaağn, kurdun kulağı uzun da, aklı kısa mı?"
"Estağfurullah abi, o tilkilerin zırvası."
"İçim içimi yiyor Orhan, kızlarımla benden çok ilgileniyorsun."
"Sayenizde ilgilenebiliyorum abi."
"İlgilen Orhaan, ilgilen. Babaları sevgi mi gördü de göstersin?"
"Büyükler sevgi göstermez abi. Siz de çok sevildiniz, siz de kızlarınızı çok seviyorsunuz."
"Seviyorum Orhaan, seviyorum."

Sahile sıfır, Yomra'nın en güzel kahvehanesine girdiler. Boydan boya camla kaplı duvarın yanındaki, Laz Ziya'dan başkasının oturamadığı masaya geçtiler. Çocuklar hemen masaya çay getirdiler ve diğer masalarda çayı olmayanlara çay dağıttılar. Laz Ziya ikinci çaya geçince hep olduğu gibi kahvedekilerin kimi saygısını sunmaya, kimi derdini anlatmaya geldi. Laz Ziya hepsi için uğraşırdı, sorunlarını çözerdi. Cezalandırılması gerekeni de hiç affetmez, ceza ayrımı da yapmazdı. Ölmesi gerekeni de bağışlamaz, öldürürdü. Önceleri baş kaldıran çok olurdu lakin Ziya'nın bir başka olduğu anlaşılınca herkes biat etmeye başladı. 

Bazen yaşadıklarını hatırlar, düşünürdü. Çok zor günlerden geçmiş, çok zor kararlar vermişti. Gazap saçtığı zamanlar çok olmuştu, pişman değildi hiçbiri için. Bundan sonra da her kararı verebilirdi. Kimi zaman kıydığı canların onda yaşattığı garip his diline vururdu.
"Çok beddua aldık Orhaağn."
"Aldığın dualar yeter abi."
"36 yıllık ömrümde, Azrail'den daha çok can almışımdır Orhan, melek ettin bizi."
"Azrail de bir melek abi."

Orhan, ah Orhan ah. Sadakat ve aidiyetin vücut bulmuş haliydi diye düşünürdü Ziya onun için. Ziyanın sevabına da günahına da ortaktı.